Müslümanlar Kudüs’e Selahaddin Eyyubî gibi bakmaya cesaret edemediler. Çünkü
Selahaddinî bakış; fedakârlık, sorumluluk demekti. Dünya’nın neşesinden, süsünden elini ayağını
çekmek, hiçbir şeyden tat almamak demekti. Belki de bu yüzden Müslümanlar, daha çok bir şairin
romantik dizeleriyle baktılar Kudüs’e.
Hep istediler ki Kâbe’yi Habeşistan Devleti’nin Yemen Valisi Ebrehe’den Allah korusun; ama
bizim canlarımıza, mallarımıza, siyasi itibarlarımıza bir şey olmasın. Yani Kudüs’ü de İsrail’den Allah korusun. Hatta kendilerini de İsrail’den Allah korusun. Ama canlarına, mallarına, stratejik
müttefikliklerine, ticari ortaklıklarına en ufak bir zarar gelmesin.
Hani Mûsa Aleyhisselam, “Arz-ı Mev’ûd” denilen yere yerleşmek için kavminin öncülerini
Kenan diyarına yola çıkartmıştı da gidenler, Amâlika kavmini çok güçlü bulmuş, onlardan hoflanıp korkmuşlardı (Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuhne hariç). Sonra Allah’ın bize bildirdiği şekliyle: “Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukları müddetçe, biz oraya asla girmeyiz; şu durumda Sen ve Rabbin, gidin savaşın! Biz burada oturacağız! dediler.” (el-Mâide, 24) Çünkü Firavun’un köleliğine alışmış İsrailoğulları, onun zulmünden kurtulduktan sonra dünya
nimetlerinin en iyilerine zahmetsizce kavuşup bu defa da dünyevî istek ve arzularının kölesi
olmuşlardı. Ve kendilerince bu rahatlığı hiçbir şeye feda edemezlerdi.
“Yani Yahudilerin dini üzere davranalım ama Kudüs Müslümanların olsun öyle mi!”
Ama öyle değil! Çünkü Müslümanların turnusol kâğıdı, Mavi Marmara İsrail katliamıdır. Yüzde
yüz haklı olunan Mavi Marmara davasına sahip çıkmak işte bugün yaşananlara meydan vermemek için çok kıymetliydi. Çünkü zalim, cesaretini mazlumların sahipsizliğinden alır. Bu hep böyle olmuştur.
Ama gel görelim dünya Müslümanlarının devletleri bu meseleye ulusalcı baktılar, ümmetçi
olamamayı bırakın ümmetçi bakmayı dahi Kudüs’ten çok gördüler. Hatta aşırıya gidip İsrail’i otorite ilan ettiler. Ne yazık ki Amerika’nın, Avrupa’nın Doğu Türkistan mezaliminde Çin’e baktığı gibi dahi bakamadılar. Müslümanlar, Selahaddin Eyyubî olamadılar ama Siyonizmin fikir babası Theodor Herzl, İsrail’in ilk başbakanı David Ben-Gurion kendi milleti adına oldular. 1897 yılında (resmileşen) Filistin topraklarında bir İsrail devleti kurulması hedefi ile başlayan süreç; 14 Mayıs 1948 tarihinde İsrail Devleti’nin kurulduğunu (Filistin’i işgalini) ilan/iddia etmesiyle devam etmiş, 6 Aralık 2017 tarihinde ABD Başkanı Donald John Trum’un İsrail’in başkentinin Kudüs olduğunu tanımasına dair kararı imzalamasıyla son kerteye gelmiş ve bugüne kadar uzanan “İsrail Devleti” kurma süreci, hedefini gerçekleştirmeye oldukça yaklaşmıştır. Müslümanlar bütün bu süreci film izler gibi izlediler. İşte Müslümanlar bu filmi izlerken Yahudiler, yıllar önce Musa Aleyhisselam’a sen ve Rabbin git dediği yere bu defa bizzat kendileri gittiler. Çünkü karşılarında Amâlika gibi güçlü bir kavim yoktu artık, altı üstü 1. 8 Milyarcık bir Müslüman azınlık vardı.
5 Haziran 1967’de başlayan Arap-İsrail (Altı Gün) Savaşları’nın büyük bir Arap ittifakına
rağmen kesin bir İsrail üstünlüğüyle kazanılmasından bu yana da Doğu Kudüs’ü işgal eden ve adım adım Mescid-i Aksa üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışan İsrail, hemen hemen hiçbir dönemde bir Müslüman engeliyle karşılaşmamıştır. Ama Allah var! Müslümanlar, hep en yakışıklı cümlelerle kınanma yarışına girmiş, tehdit naralarıyla cesaretini tatmin etmiş, kimi zamanlar da bütün cesaretini toplayıp her şeyi göze alıp kendi ülkelerindeki cami önlerinde bir protesto yürüyüşüne katılmışlardır. Oysa Kudüs’ün gerçek muhatabı elinden hiçbir şey gelmeyen çaresiz halklar değildir. Kudüs, halkın değil devletlerin, devlet adamlarının, ordu komutanlarının hayali olmalı yoksa hep şiirlere mahzun bir konu başlığı olur…
Allah’ım Kudüs’ü, Mekke’yi, Medine’yi Müslümanların merhametine, cesaretine, vicdanına
bırakma! Müslümanların devletleri, ırkları, sistemleri, liderleri çoktan bu mübarek beldelerin varlığını ve kutsiyetini unutturdu. Bizi bize bırakma Allahı’m!
Mehmet Karasakal