MİLLET (ETNİK KİMLİK) VE VATANDAŞLIK (ÜST KİMLİK) TARTIŞMALARI

Uzun zamandır Türklüğün kavramsal olarak neye karşılık geldiği, tartışma konusu olduğu gibi verilen cevaplar da yeterince net olmamakla birlikte birbirinden de oldukça farklıdır. Bu konu öyle bir hal aldı ki, ortak bir tanımlama yapmada sosyologlar, tarihçiler, siyasiler uzlaşamadığı gibi kimi büyük isimlerin dahi zamanla bir öncekinden farklı tanımlamalar yapmak zorunda kaldığı durumlar, dönemler olmuştur. Bütün bu kavram karmaşası ve kafa karışıklığının temel sebebi ise siyaset ve siyasi konjonktürdür. Zaten Türk kelimesinin temel olarak bir etnisiteyi ya da üst kimliği ifade edip etmediği, farklı görüşlerin sürekli rekabet halinde birbiriyle yarıştırılması aslında siyasi bir olaydır. Öyle ki devletin en tepesindeki en karizmatik liderler döneminde dahi kimi dönem etnisite kimi dönem üst kimlik kabulünün egemen fikir olarak öne geçtiği bir gerçektir.

Mesela Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri M. Kemal Atatürk, milli mücadele döneminden 1. Meclis döneminin sonuna kadar Türklüğü bir üst kimlik olarak görmüş, herhangi bir ırk vurgusu yapmamıştır. Ama ikinci meclisin göreve başlamasından vefatına kadarki döneme kadar Türklüğü bir ırk olarak kabul etmiş, Türk Tarih Kurumu, Güneş Dil Nazariyesi ve Türk Dil Kurumu üzerinden de bunu akademik olduğu kadar siyasi ve sosyal olarak da devletin bütün bireylerine dayatmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin halen başında bulunan son Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ın da ilk başa geldiğinden çözüm sürecini bitirdiği güne kadarki durumu Atatürk’ün ilk döneminki gibi Türklüğü bir üst kimlik olarak gördüğü dönem; çözüm sürecinin sonlandırılmasından günümüze kadar ki (2018 Kasım) dönem ise Türklüğün bir etnik unsur olarak kabul edildiğini gösteren bir dönem olmuştur. Bu durumun en önemli sebebi devleti yönetenlerin bakış açısı ve siyasi eğilimidir. Her iki liderde Kürtlere ihtiyaç duydukları dönemlerde, onların desteğini kaybetmemek veya en azından küstürmemek amacıyla Türklüğü bir üst kimlik/vatandaşlık aidiyeti olarak görüp uyguladıkları halde, Kürtlersiz bir siyaset izleme imkân ve fırsatı doğduğu zamanlarda hemen Türklüğü bir etnik unsur olarak görmeye ve dayatmaya başlamışlardır. Atatürk’ün kendisi bunu isteyerek yapıp devlet bürokrasisine dayattığı halde Erdoğan’da durum farklı olmuş, kendisine rağmen ama kendisinin belirlediği milliyetçi adamları tarafından devlet bürokrasisinin Türkçülüğe teslim edilmesi siyaseti sonucu olmuştur. Örneğin, Türkiye’de son dönemdeki milliyetçi söylemlerin artışı AK Parti ve MHP ittifakı ve bu ortaklığın etkisiyle iktidarın yanına aldığı yardımcıların, danışmanların, bakan ve bürokratların da milliyetçi olarak bilinen kişilerden olmasıdır.

TÜRKLÜĞÜN MİLLET OLARAK YERLEŞTİRİLME ÇABALARI VEYA ÜST KİMLİK OLDUĞU TARTIŞMALARI

Türklük millet midir üst kimlik midir tartışmalarının temelini, devletin ilk başkanı ile hâlihazırdaki son başkanının yani Atatürk’ün ve Erdoğan’ın bu konu üzerindeki kafa karışıklıkları ve bu konunun gündeme gelişinde aktör oldukları üzerinden bakıldığında durum aslında gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Türklük daha devlet inşa aşamasında ithal beyinler tarafından zaman ayarlı bir canlı bomba olarak yeni kurulan devletin temeline yerleştirilmiştir. Batı’nın  ne zaman ki ülke ve bölge ile ilgili bir hesapları olduğunda ilk kaşıdıkları yara hep Kürt-Türk farklılığı olmuştur. Atatürk ilk zamanlar bu durumu vatandaşlık tanımıyla aşmaya çalışmış ise de uygulamalarıyla tam bir tuzağa düştüğü anlaşılmıştır. İlk günlere bakıldığında Türkçülüğün yerleşmesinde ikisi Yahudi üç gayrimüslimin çabaları gözden kaçmamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken devlet tahakkümünde etkili olan İngiliz, Yahudi ağırlığı 1950’li yıllardan itibaren 2012 yılına kadar ABD, İsrail ağırlığı olarak hissedilmektedir. Bu bilginin konumuzla alakası nedir diye sorulduğunda ise iki dönemin ‘’Kürt sorununun çıkmasında’’ ve ‘’Kürt sorunun çözülmesinde’’, Yahudi/İsrail ve İngiltere/ABD ilişkilerinin Türkiye üzerindeki etkisine bakmak yeterlidir.

Atatürk’ün Türkçülük ülküsüne bürünmesinde önemli bir paya sahip olan kişilere bakıldığında; ilk önce akla gelen Atatürk’ü Harf İnkılâbı’nda ilk etkileyen kişi, Filistinli bir Yahudi olan Itamar Ben-Avi‘dir. 1911 yılında Atatürk’ün Kudüs’e gittiğinde kendisiyle görüşüp ona Osmanlı’nın geleceğinin Latin Harflerinde yattığını söylemiş ve Atatürk’ün aklına bu devrimi ilk getiren, dikkatini bu konuya ilk çeken kişi olmuştur. Bu konudaki ikinci kişi ona; akla, mantığa ve bilime uymayan, dönemin Türkçü aydınlarının bile tepkisini çeken, savunmak zorunda bırakıldıklarına utana-sıkıla ret edemeyerek alet oldukları “Güneş Dil Nazerisiyesi”ni tavsiye eden, bu akıl dışı tezin fikir babası olan kişi Avusturyalı filolog Herman Kivergiç’dir. 18-23 Haziran 1934 tarihleri arasında 2. Türk Dil Kurultayı toplandı. 1934 yılında Avusturyalı filolog Herman Kivergiç Atatürk’ün aklına Güneş Dil Teorisi’ni sokmuştur. İşin uzmanı bütün dilbilimcilerin tiye alıp dalga geçtiği bu mantıksız teoriyi ne yazık ki Atatürk çok ciddiye almıştır. Öyle ki 24-31 Ağustos 1936 tarihinde toplanan 3. Türk Dil Kurultayı’nın neredeyse bütün gündemi hiç bir bilimsel dayanağı olmayan ” Güneş Dil Teorisi ” olmuştur. (Güneş Dil Teorisi’ne göre bütün diller Türkçe’den türemiş, ilk dil Türkçe hatta ilk insan, Hz. Adem de Türk’tür.) Üçüncü isim Yahudi Moiz Kohen’dir. Atatürk döneminde Kürtlerin de yoğunlukla yaşadığı Türkiye’de Türkçülüğü icat eden bu Yahudiler, Erdoğan döneminde, kendi icatları Kürt Sorununa karşı başlatılan demokratikleşme adımlarından dolayı Erdoğan’a, ‘’ Yahudi Üstün Cesaret Madalyası’’nı  vermişlerdir.

MİLLET NEDİR?

Öncelikle tüm yönleriyle milletin ne olduğunu tanımlamaya çalışalım. Millet nedir diye sorgulandığında özellikle sosyoloji bilimi açısından tariflerin ortak noktası dil, kültür ve duygularda birlikteliktir. Amerikalı Rus Sosyolog Alexandrovic Sorokin’e göre millet, “aynı milliyet duygusunu taşıyan, vatan, dil ve devlet ortak paydalarında birleşen topluluklar” olarak adlandırmaktadır. Sosyolog Baykan Sezer, millet oluşumunda üç ortak noktayı vurgulamaktadır: “Devlet kurabilme yatkınlığı, bünyesinde öbür halkları eritebilme özelliği, dış saldırı ve işgallere dayanabilme gücü.” Ernest Renan’a göre milliyet, maziden gelen her türlü maddi-manevi değerlerin yanı sıra geleceğe yönelik beklenti ve endişelerle oluşmaktadır. Bu görüşe yakın olarak milleti tarif edenlerin başında ise Ziya Gökalp gelmektedir.

Türk milliyetçiliğinin en önemli temsilcisi Ziya Gökalp’ın 1923’te yayımlanan “Türkçülüğün Esasları” kitabında yaptığı tanım ise Türkçülüğü kendisinden öğrenen birçok kesimi dahi tatmin etmemiş, hatta eleştiri sebebi olmuştur: Gökalp; “Millet ne ırki, ne kavmi, ne coğrafi, ne siyasi, ne de iradi bir zümre değildir. Millet; lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça (güzel sanatlarca) müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan (oluşan) bir zümredir.” Milleti kan bağı ya da ırksal olarak görmeyen Gökalp; millet kavramını “terbiyede, kültürde yani duygularda ortaklık” olarak tarif etmektedir. Ziya Gökalp milleti özetle, “dili dilime, dini dinime uyan” dır, şeklinde açıklamaktadır.

Türkiye’de Türkçülüğün temelini atan önemli isimlerden biri olan hukuk profesörü ve siyasetçi Sadri Maksudi Arsal’ın Millet tanımı da Ziya Gökalp’ınkine benzerdir, ancak Arsal, millet ve milliyet kavramlarını ayrı ayrı tanımlamıştır: “ Millet, bir devlet içinde yaşayan herkestir; milliyet, devlet sahibi olsun olmasın aynı lisanı konuşan, ortak geçmişe, ortak kültüre sahip olan ve bağımsız bir siyasi varlık olarak yaşama ülküsünü taşıyan bireylerin toplamıdır.”

Sosyolog Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, sosyolojik olarak milleti tanımlarken, “tarihi ve toplumsal gelişimin sonucudur” demekte, “her dili, kültürü aynı olan toplulukları millet saymanın büyük bir yanılgı olduğunu ifade etmektedir.

Sosyologların bir birinden farklı millet tanımlamalarına karşın tarihçilerin ortalama aynı tanımı yapmaları, aynı kaynaktan beslendikleri ve bu kaynağın ise Fransız tarihçi Camille Jullian’ın, milliyetçiliğin ve ulus devlet anlayışının yükseldiği yıllarda (1913) yaptığı millet tarifiyle bire bir örtüştüğü gerçeğindendir. Tarihçilerin Jullian’dan öğrendiği millet tarifi şu şekildedir: “Millet, uzak bir mazide, sıklıkla tarih öncesi devirde, muayyen bir coğrafyada, devlet kurmuş; uzun süre bağımsız olarak yaşamış; fertlerin birbiriyle kaynaştığı; dil, örf ve adet birlikteliği olan kişi ve ailelerden oluşan toplumdur.”

OĞUZ BOYUNDAN TÜRK MİLLETİNE VE TÜRKİYE VATANDAŞLIĞINA TARİHİ DÖNÜŞÜM

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ndeki Türk etnisitesine sahip millet Oğuz Boylarından mülhemdir. Oğuz Boylarının haricindeki hiç kimse ırksal olarak Türk değildir. Türkiye vatandaşlığına sahip insanların hepsine Türk demek aynı zamanda hepsinin Oğuz olduğu anlamı taşımadığına göre burada atfedilen Türklük başkadır; ya bir vatandaşlık kimliğidir ya da etnik olarak devletin vatandaşlık tanımında hiçbir milletin olmadığı gibi Türk milleti de yoktur.

YAZILI KAYNAKLARDA TÜRK ADININ TARİHİ GEÇMİŞİ

Türkler hakkında ilk yazılı bilgilere M.Ö. 2000-1000’li yıllar arasında Çin yıllıklarında rastlanıldığı kabul görülse de Türk adının ispatlı ilk kaydı 552 yılında kurulmuş olan Gök-Türk Devleti’nin varlığıyla mümkün olmuştur. Yine bu dönemde, 585 yılında Çin İmparatoru’nun Gök-Türk Kağanı İşbara’ya gönderdiği iddia edilen mektupta Türk ismi ikinci olarak ”Büyük Türk Kağanı” görülmüştür.

Yine Gök-Türk Devleti döneminde 8. yüzyılda Orhun Kitabeleri olarak da bilinen Göktürk Abideleri (özellikle 732’de dikilen Kül-Tigin Bengütaşı), Türk adının geçtiği ilk yazılı belge olarak tarihe geçmiştir. Göktürklerin hükümdarı İlteriş Kağan’ın iki oğlu, Bilge Kağan ve Kül Tigin’nin savaşlardaki kahramanlıklarını konu edinen bu yazıtların Türklük açısından en önemli yanı ise Türk boylarına seslenirken milli birlik ve bilince sahip olmalarını istemeleridir. Bu milli kavramın ilk kez kullanılması açısından son derece önemlidir.

Gök-Türk Devlet tarihinden sonra, 1250-1517 yılları arası Mısır’da hüküm sürmüş Memluk Devleti için de bazı İslam kaynakları, “Ed dawla al-Turkiyya” adını anarak, Türkiye ifadesini kullanmışlardır. Üçüncü olarak Türkiye Cumhuriyeti’nde Türk ifadesi resmi olarak kullanılmış, 1991 yılında Türkmenistan’ın dağılan SSCB’nden bağımsızlığını kazanması ise son Türk isimli devlettir. Hâlihazırdaki Cumhurbaşkanlığı forsunda adı geçen 16 Türk Devleti içerisinde adı Türk olan tek devlet “Göktürk İmparatorluğudur.

TÜRKLERİN TÜRKLÜĞÜ (OĞUZ İSMİNİN TÜRKLÜĞE DÖNÜŞÜMÜ)

Etnisite olarak; Oğuzlar (İran, Kafkasya’nın bir kısmı, Balkanlar, Kuzey Suriye ve Irak ve Anadolu), Kıpçaklar (Volga’nın üstü, Kırım’ın yarısını teşkil eder, diğer yarısı Oğuz) , Sibirler ( Toplam bir milyon Yakut, Altay, Çorlar) ırksal olarak Türk kabul edilir. Bunun haricindeki hiç bir millet Türk değildir.

  1. yüzyıldan itibaren bilhassa ticari münasebetler sebebi ile İslam dininin Oğuzlar arasında yayılmaya başladığı bilinmektedir. 11. yüzyıla gelindiğinde İslam, Oğuzların büyük çoğunluğun dini haline gelmiş, bunun sonucunda bu tarihten itibaren Oğuzlara “Türkmen” adı verilmiştir ki bu ad yaklaşık iki asır sonra neredeyse tamamıyla Oğuz adının yerini almıştır. Oğuz adı ise destanlarda hatıraları yaşatılan atalarının adı olarak Türkmenler arasında uzun müddet yaşamıştır. (Faruk Sümer, Oğuzlar, İstanbul-1999, s.2)

Özetle, bu gün ırk/etnisite olarak Türk diye tanımlayabileceğimiz milliyet Oğuzlardır. Oğuzların ise kim olduğu değişik kaynaklarda farklılık gösterse de kimlere dendiği konusunda pek bir ihtilaf/şüphe yoktur. Reşidüddin ve Kaşgarlı Mahmud’a göre Oğuz boylarının listesi şöyle belirlenmişti: (Faruk Sümer, a.g.e., s.229,230)

Kaşgarlı Mahmud’un Listesi:

1- Kınık                    2- Kayığ            3- Bayundur              4- İwa, Yıwa  

5- Salğur                 6- Afşar             7- Beg-Tili                  8- Bügdüz  

9- Bayat                 10- Yazğır          11- Eymür                12- Kara-Bölük      

13- Alka-Bölük     14- İgdir             15- Üregir, Yüregir 16- Totırka

17- Ûla-Yundluğ  18- Töker          19- Beçenek

20- Çovaldur       21- Çepni           22- Çarukluğ

Reşidüddin’in Listesi

BOZOKLAR

Gün Han                  Ay Han                Yıldız Han

1- Kayı                     2- Yazır               3- Avşar

4- Bayat                  5- Döğer             6- Kızık

7- Alkaravlı         8- Dodurga           9- Beg-Dili

10- Kara-ivli        11- Yaparlı            12- Karkın

ÜÇOKLAR

Gök Han                       Dağ Han                  Deniz Han

13- Bayındır                 14- Salur              15- Yiğdir

16- Beçene                  17- Eymür            18- Bügdüz

19- Çavuldur              20- Ala-yundlu     21- Yıva

22- Çepni                    23- Üregir             24- Kınık

Boy listesinde görüldüğü gibi her iki müellif arasında bazı farklar oluşmuştur. Kaşgarlı’nın listesinde 22 boy ismi olduğu halde eserinde 24 boy olduğu geçmektedir. Çaruklu boyu Reşidüddin’de görülmediği gibi Yaparlı, Kızık ve Karkın boyları da Kaşgarlı’nın listesinde yer almamaktadır. Bu husus, boyların nüfus kaybına uğrayıp diğer boylar arasında kaybolmaları ile ilgili olabileceği ihtimalinin yanı sıra, boyların alt gruplarından birinin ya da bir kaçının nüfus bakımından güçlenerek diğer boylar gibi temsil olunmaya başlaması ile de ilgili olsa gerektir. Haddizatında, boy adları ile ilgili yapılan açıklamaların halk iştikaklarına dayandığı unutulmamalıdır. Bu sebeple bunların herhangi bir etimolojik değerinin bulunmadığını hatırlatmakta fayda vardır. 24 boy hakkında Reşidüddin’deki izahlar Kaşgarlı’ya göre daha açıktır. Üstelik o Oğuz boylarının listesini şematik hale getirmiştir. Reşidüddin, Oğuz boylarının isim almalarını bir hikâye içinde anlatır.

TÜRKLÜĞÜN TANIMI

Yüz yıllık bir sürede, Devletin ayrı, Kemalistlerin ayrı, Türkçü Milliyetçilerin ayrı, Türk-İslamcıların ayrı birer Türklük tanımı olmuştur. Devletin ve Atatürk’ün ölümünden sonraki Kemalist Düşünce Sisteminin ve Türk-İslamcıların bir kesiminin Türklük tanımı vatandaşlık tanımı üzerinden yapıldığı halde; Türkçü, Türk-İslamcı kesimin ekseriyeti, Kemalistlerin bir kısmının Türklük tanımı etnik/ırki temel üzerine yapılmıştır. Devletin resmi adıyla tanımlanan vatandaşlık hüviyetinin adı olan Türklük, Türkçülük yapanların katkısıyla önemli bir kesimi tatmin etmeyen, kabul görmeyen bir hal almıştır. Çünkü devlet ismi devleti meydana getiren halkın bir bölümünün etnik kimliğiyle aynı isimdedir. Bu durum beraberinde bir takım çözülemeyecek sorunlar getirmektedir. Mesela Türkiye’deki etnik olarak Türk olan kesimin devlet-millet eşleştirmesinde devleti yalnızca kendi milletine indirgemesi, bu durumu bazen kendisinden olmayanlar için siyasi mücadele aracı olarak kullanması etnik olarak Türk olmayanlar ile devlet arasında mesafe koymuştur. İkincisi, Türk olmayan milletlerin Devlet ismiyle tanımlanmasıyla başka bir milletin hüviyetine girip kendi aslını inkar etme gibi psiko-sosyal ve dini-politik sorun yaratmıştır. Üçüncüsü ise devletin ismi, hâkim milliyeti ve resmi dilinin aynı olmasının bu gruptan olan insanlara ayrıcalık hatta üstünlük sağladığı anlayışının bazı kesimlerce hâkim olması ve yine bazı kesimleri gücendirdiği, ikircikli kıldığı eleştirileridir. Nihal atsızın şu cümleleri tam da bu durumu doğrular niteliktedir: “ Bir memleket yalnız bir milletindir ve o milletin istek ve çıkarlarına göre idare olunur. Azınlıklar o ülkede ancak asıl sahiplerin milli haklarına saygı göstermek şartıyla adalet içinde yaşamak hakkına maliktirler. Bunun haricinde hiç bir sûretle kendi özel ve milli şartlarını, çıkarlarını ileri süremezler. Hele memleketin asıl sahiplerinin hak ve çıkarları aleyhinde hiç bir dilekte bulunamazlar. Aksi halde vatana ihanet etmiş olurlar. Türkiye’de yüzde 10 gücenecek diye yüzde 90’ı Türkçülük yapmaktan alıkoymaya çalışmak adeta, yüzde 10’nun manevi diktatörlüğünü kurmak demektir. Böyle bir düşüncenin ahlakla ve kanunla ilgisi yoktur. Hiçbir türlü mantıkta da makbul bir prensip değildir.” (Hüseyin Nihal Atsız, Türk Ülküsü, İrfan Yayınevi, İstanbul 1997, s:34)

TÜRKÇÜLÜĞÜN TANIMI

Atsız, Türkçülüğü şöyle tanımlamaktadır: Türkçülük, büyük Türkelinde, Türk uruğunun kayıtsız şartsız hâkimiyeti ve bağımsızlığı ile Türklüğün her yönden bütün milletlerden ileri ve üstün olması ülküsüdür. Türk Milliyetçiliği, yalnızca Türk ırkı mensubiyeti olanların ülküsüdür. Başka milletlerin Türkü sevmesi de kabul edilemez, çünkü bu sevgi geçici bir nezakete, çıkara, siyasi zaruretlere işarettir. Türk’ü gerçek olarak, Türk’ten başkası sevmez. (Bkz. Hüseyin Nihal Atsız, a.g.e., s:29)

Günümüzde bilinen ve kabul görülen Türkçülük veya Türk Milliyetçiliği fikri yapısı, daha Osmanlı imparatorluğu döneminde 1864’te Ahmet Vefik Paşa’nın “Şecere-i Türkî” ve “Lehçe-i Osmani” isimli eserleri ile gündeme gelmiştir. Daha sonra Türkçü düşünce; Süleyman Paşa’nın “Tarih-î Âlem” ve Sarf-ı Türkî” adlı eserler ile önemli adımlar atmıştır. Ziya Gökalp, Ahmet Mithat Efendi, Ahmet Cevded, Bursalı Tahir, Şemsettin Sami, Veled Çelebi, Paşazade M. Fuat, Ahmet Hikmet, Mehmet Emin, Hüseyinzade Ali, Mirza Feth Ali Ahundzade, Şeyh Süleyman Efendi, Gaspıralı İsmail, Akçuraoğlu Yusuf, Ağaoğlu Ahmet, Ömer Seyfettin gibi Türkçü yazar ve düşünürlerin çalışmaları; düşünce, siyasi ve sosyal hayatta Türkçülük adına büyük izler bırakmıştır. Türkçü düşünce, bütün bu çalışanlara/çalışmalara, İttihat ve Terakki’nin her kademesinden ilgi görmesine rağmen, siyaset ve devlet hayatında aktif yer alması ancak Atatürk’le mümkün olmuştur.

Türklüğü tanımlarken iki farklı açıdan değerlendirme zaruriyeti vardır. Biri tarihselliğiyle tanımlama, diğeri yakın zamanda bir devlete verilen isim üzerinden tanımlama ve yorumlama gerektirmektedir. Tarihi olarak bakıldığında Türk kavramının bir etnik grubu karşıladığı, yani millet olarak Türklüğün ırki bir gerçekliliğinin olduğu açık ve nettir. Ancak bu Türklük, Türklerin kendilerini tanımlama biçimi şeklinde değil bilakis başka milletlerin onları tarif etme tanımlama şekli olarak verilmiş bir isimdir. Yani Türkler kendilerine hiç bir zaman biz Türküz dememişlerdir, kurdukları sayısız devlete de bu sebepten dolayı kendi isimlerini verdikleri halde Türk adını vermemişlerdir. (GökTürk istisna)

Bu değerlendirme Osmanlı’nın yıkılışına kadarki Türk Devletleri diye adlandırdığımız geçmiş içindir, peki günümüz için durum nedir diye baktığımızda, ilk olarak karşımıza yeni kurulan devletin ismi ve iki ana kurucu halkı yani Türkler ve Kürtler çıkmaktadır. Çünkü yeni kurulacak devletin verilen İstiklal Harbi mücadelesi ulus hareketi olarak değil aynı coğrafyada yaşayan, binlerce yıllık birlikteliği olan, ortak bir kültür ve inanç yapısı olan halk hareketidir. Ana motivasyon kaynağı millet değil dindir. Aksi halde ulus mücadelesi olsaydı iki farklı devletin kurulması hiç de zor değildi. Bütün şartlar bu durum için müsaitti çünkü isteyen her millet neredeyse kendi ulus devletini kurmayı başarmıştı. Velhasıl, İstiklal Mücadelesi kazanılınca, taşlar yerine oturunca, sıra devletin ismini koymaya geldiğinde bir kişinin iradesiyle Türkiye olarak oldu-bittiye getirildi. Bunda Atatürk, iki ihtimal düşünmüş olabilir, ya Türklüğü bir etnik unsur olarak görmemesinden, ya da ülkedeki herkesi Türklüğe ikna edip, asimile edip yeni bir toplum yaratabileceğine inanmasıdır.

Oysa ülkenin adı Türkiye konulduğunda bir anlamda Türklük etnisite/ırk olmaktan çıkarılmıştır. Bunu belli ki isteyerek yapmadılar ama sonuç bu değerlendirmeyi haklı çıkartmıştır. Çünkü geçen zaman içerisinde ne Kürt, Türk oldu, ne de vatandaşlık kutsiyeti bir ırk bağlamında kaldı, çünkü vatandaşlık devletlerde artık parayla satılan bir resmi evrak haline gelmiştir. Mesela günümüzde en son yapılan değişiklikle 250 bin dolara gayrimenkul alan her hangi bir dünya insanına vatandaşlık verilmektedir.  Düşünün, Türklerin en büyük düşman olarak gördüğü; İngiltere, Rusya, İsrail, Yunanistan gibi ülkelerin vatandaşları, parayı basıp Türkiye toprağını satın alıp vatandaşlığı cebine yasal hak olarak koyup Türk olabilmektelerdir.  Bu durum vatandaşlık ibaresindeki Türklüğü etnik olmaktan çıkartmaya tek başına yetmektedir.

TÜRKLÜĞÜ IRKÇILIĞA DÖNÜŞTÜREN TÜRKÇÜLÜK ANLAYIŞI (KAVMİ/ETNİK MİLLİYETÇİLİK)

Türklüğü Irkçı bir araç halen getiren ideolojik bir zihniyetin geçmişi yaklaşık yüz yıl önceye dayanır. Önce yalnızca fikri olarak başlayan ve savaşlar sebebiyle gerekliliği ve lüzumsuzluğu tam olarak tartışılamayan hatta varlığı dahi tam olarak anlaşılamayan ırkçılığın fikri hayattan savaş sonrası dönemde eyleme dönüşmesi ile ne olduğu tam olarak anlaşılabilmiştir. En somut uygulamaları, ulus devlet inşası ile birlikte getirilen kurumlar, uygulamalar ve yaptırımlar ile olmuştur. Devletin adının konulmasıyla başlanılan bu süreç, yavaş yavaş ama süreklilik arz eden bir biçimde, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nun kurulması ve faaliyetleri, Güneş Dil Teorisi’nin önce kabul edilmesi sonra Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde kürsü kurulacak kadar ileriye gidilip bilimsel bir alana taşınması, kafatası ölçümleri, İstiklal Mahkemeleri’nin ceberut uygulamaları, Andımız diye bir marşın okullarda çocuklara zorunlu olarak okutulması (Andımızın metnini yazan şahsın Zeki Velid Togan gibi Türkçü hocalara dahi yaşam hakkı tanımadığını hatırlamak bu anlayışın aşırılığı açısından tek başına yeterlidir.) gibi uygulamalarla dozu her geçen gün arttırılarak Atatürk’ün ölümüne kadar devam etmiştir. Türkiye’de uygulanan Türk ırkçılığı sanıldığı gibi yalnızca Kürtlere değil önemli bir sayıda Türk’e de, kimi zaman İslam hassasiyeti kimi zaman ırkçı olmayan tutumlarından dolayı, zarar vermiş, bedel ödettirilmiştir.

Atatürk’ün Türklük tanımıyla hayata geçirdiği Türklük anlayışı tamamen birbirinden farklıdır. Kemalistler ondan sonra Türklük anlayışından daha çok Türklük tanımını savunmuşlardır. Atatürk döneminde Türkçülüğün devlet politikası haline gelmesinde ise üç isim ön plana çıkmaktadır. Aynı zamanda Türkçülüğün babası sıfatını taşıyan bu üç isminden biri, Kürt kökenli Ziya Gökalp; diğeri Tatar asıllı Simbrist/Rusya doğumlu Yusuf Akçura; üçüncü de Selanik doğumlu Yahudi bir aileye hatta haham bir babaya sahip olan ve daha sonra Muhis Tekinalp ismini alacak olan Moiz Kohen’dir.

20 yüzyılda neşet etmiş Türkçülüğün nasıl peyda olduğuna baktığımızda Önemli Felsefecilerden Prof. Dr. Teoman Duralı şu cümleleri aslında her şeyi özetlemektedir: “Prusya Almanyası’ndan 1890’larda eğitmen sıfatıyla getirtilen subaylar eliyle kavmi milliyetçilik, öncelikle Harbiye’ye sokulmuş olduğu görülmektedir. Sonra onlar tarafından değil başkaları tarafından kullanılmış, anlatırken, konuşurken Almanya’daki havayı yansıtanları dinleyenler “ben neyim” diye sormaya başlamışlardır. 1902-1903’lerde Selanik’te odaklar başladı, “Siz Osmanlı değilsiniz Türksünüz, onlar Rum’dur, bunlar Ermeni’dir, şunlar Arap’tır” şeklinde Alman olmayan başkaları bu işe karışmaya başlamış, Almanların ektiği tohumlar bakım görerek yayılmaya başlamıştır.” (Bkz. Teoman Duralı, “Türk Tarihi ırk değil dava tarihidir”, Röportaj, Seda Şimşek, Bugün Gazetesi, 08.04.2013)

Atatürk’ten önce siyaset sahnesinde yer alan Türkçü kadroların tamamı (Enver Paşa, Cemal Paşa, Mehmet Emin Resulzade (Azerbaycanda) başarısız olmuşlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nde bizzat Atatürk tarafından oluşturulan Türkçü politikalar, Atatürk’ün ölümünden sonra da Nihal Atsız ve kardeşi Ahmet Nejdet Sançar’a rağmen başarısız olmuştur. (Kenan Erzurumlu, Türklüğe Bakış, Ankara 2007,s. 10) 1965’den itibaren ise Türkiye gündemine Türkçülük Alparslan Türkeş tarafından sokulmuş ve günümüze kadar genel olarak sağ gelenekten Ülkücü camia ve sol gelenekten ise Kemalist kesim olarak bilinen iki ana grup Türkçü hareketlerin taşıyıcısı olmuşlardır. Ülkücüler, Türk-İslam üzerinden bu milliyetçiliği sürdürürken; Kemalistler daha çok vatandaşlık düzeyine indirgeyerek, Atatürk’ün vatandaşlık tanımıyla Türklük ayidetliğini eşitlediği bir Türk milliyetçiliğini savunmuşlardır. Ancak ırki anlamda Türk milliyetçiliği yapanlar bu durumu şu cümlelerle eleştirmişlerdir. “Tarihte kaydedilmiş en katı Türkçü uygulamaların sahibi olan ulu önderin, diğer uygulamaları göz ardı edilerek “Türk” kimliği, basitçe önce kültür esaslı olarak tarif edilmiş; son yıllarda ise değiştirilen anayasal dayanaklara göre basitçe vatandaşlık seviyesine indirilmiştir. Gerçekte ise tüm büyük devletlerde olduğu gibi Kemalist devlet de, yazılı olan ve olmayan kurallardan oluşur. Kemalist sistemde yazılı olan kurallar, kanunlar, yönetmelikler ve ulu önderin sağlığında yaptığı uygulamalardır. Bu kurallar dilde, fikirde, işte ve siyasette “Milli Devlet” anlayışını esas alır. Dil Türkçeleştirilmiştir. Antropolojik diyebileceğimiz bir milliyetçilik uygulanmıştır. Bu cümleden, yeri gelmiş iken, Türkiye Antropoloji Tetkikat Merkezi’nin Atatürk tarafından kurulduğunu vurgulamakta yarar vardır. Atatürk’ün manevi kızı Prof. Dr. Afet İnan’ın teklifiyle Sağlık Bakanlığı tarafından binlerce insanın kafatası ölçtürülmüştür. Hatta Atatürk hakkında, elinde antropometrik pergel, Çankaya’ya gelenlerin kafatasını” ölçtürdüğü yazılıdır. Tüm söylemlerde milli şuur ve benlik vurgulanmıştır. “Ne mutlu Türk’üm diyene!” “Yüksel ey Türk! Senin için yüksekliğin sınırı yoktur.” ve “En büyük medâr-ı iftiharım Türk yaratıldığımdır.” Özdeyişler bu görüşün ispatıdır. Hatta askeri okullara alınacak öğrenciler için “ırken Türk olmak” şartı konmuştur. Tüm bu tarihi tespitler, Kemalist sistemin yazılı olmayan kurallarında en önemli hususun, “Ne mutlu Türk’üm diyene!”ifadesinde yer almaktadır. (Bkz. Kemal Erzurumlu, a.g.e., s. 16,17.)

Buradan şu sonuç çıkmaktadır. Bir ülkenin ismi o ülkenin kapasitesini, hayallerini, geleceğini belirleyebilmektedir. Mesela tarihe damga vurmuş hiç bir büyük devletin ismi devleti yöneten kabilenin, aşiretin ya da soyun ismi olarak konulmamıştır. Bu durum büyük Türk devletlerinin hepsinde de böyledir (Gök-Türkler hariç), İngiltere, SSCB, Amerika, Çin, Hindistan gibi büyük devletlerde de böyledir. Sovyetler Birliği, ABD veya Britanya bir millet adı olsaydı sahip oldukları büyüklüklere ulaşabilirler miydi? Hayır. Ancak, hangi şartta millet ismi ile devlet ismi aynı olduğunda sorun yaratmaz, tek bir milleti yönetmeye ve barındırmaya niyetli olduğu zaman, tıpkı İsrail gibi, Suudi Arabistan gibi.

TÜRKLÜK-TÜRKİYELİLİK TARTIŞMASI

İlber Ortaylı, “Türkiye isminin Türkler tarafından konulmadığını, Türkiye kelimesinin, Müslümanların çoğunlukla yaşadığı bir coğrafi ibare olduğunu ve bu ismi daha Orta Çağ zamanında coğrafya bilgisi çok iyi olan İtalyanların koyduğunu ve onlardan sonra da bütün Avrupa ve dünyanın bu ismi kullandığını ifade etmektedir. Yani o dönem için Anadolu’da yaşayan bütün Müslümanların adı olarak kullanılmıştır. Böyle bir ismin etnik milliyetçileri tatmin etmeyeceği ve aslında kendi açılarından da tutarsız olduğu çok açıktır. Ulusal kimlik bir ırk, kan meselesi değildir. Konuştuğunuz dile ve bağlılığınıza ilişkindir.” Bosna’daki Boşnaklara komşu milletlerin Türk demesi bu kavramın anlaşılması için önemli bir örnek teşkil etmektedir. Ayrıca Osmanlı döneminde yurt dışına çıkmış Ermeni, Rum ve Yahudilerin kendini Türk olarak tanımlaması, bir yerden sonra Türklük kimliğinin aslında dinsel bir nitelemenin ötesinde bir coğrafi ayidetliğe dönüştüğünü göstermektedir.

Ortaylı, daha sonraki bir değerlendirmesinde etnik farklılıkların bir birlerini vatandaşlık ismiyle istismar edemeyeceğini, bu durama düşmemek için tevil de yapılamayacağını şu cümlelerle açıklamaktadır. ‘’Türklüğün yerine Türkiyeli kavramının kullanılamayacağını, Türkiyeli diye bir şey olmadığını Türk Türk’tür şeklinde ifade edip, vatandaşlık olarak Türklüğün alternatifsiz olduğunu ancak etnik olarak Türk olmayıp farklı olanların kendi kimliğini söylemesi gerektiğini bir şartla belirtmektedir. O da Gürcüyse Gürcüce, Kürtse Kürtçe bilmesi gerektiğini rica etmektedir. Ortaylı, “Birileri ben Kürt’üm diyecek diye ben Türklük’ten çıkamam” demiş ve bu konuyu şöyle açıklamıştır: “Coğrafyayla kimlik edinilmez. Mesela Fransa memleketin adıdır. Hiç kimseye Fransa’dan türeme bir isim verilmez. (Fransalı denmez) Bizim adımızın da Türkiye’den mülhem olması şart değil. Türkiye bir memleketin adıdır.’’

Mesela şimdi gidip bir Azeri , Kırgız, vatandaşına siz Türk sünüz deseniz 700, 500, 300 yıl önce Bir Oğuz’a Türksün dense hatta 100 yıl önce Anadolu’daki bir Osmanlı’ya Türk denilse hepsi size bu gün Kürde sen Türksün denildiğinde baktığı gibi bakardı. Çünkü Türkler hiç bir zaman kendilerine Türk dememiş, başkaları onlarında içinde bulunduğu topluma bu ismi koymuştur, İlber Ortaylı’nın dediği gibi.

Türklük yerine Türkiyelilik üst kimliğinin mahkemelik olması ve savcılığın bu talebi suç sayma nedeni konumuzu aydınlatmada katkı sunacaktır. Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Türkiyelilik üst kimliğini öneren Prof. Dr. Baskın Oran ile eski Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Başkanı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu hakkında dava açmıştır. Başsavcılığın iddianamesinde Azınlık Raporu’nda Türklük yerine Türkiyelilik kavramının önerilmesinin neden suç oluşturduğu şöyle açıklanmıştır:

“Burada kullanılan Türk kelimesi etnik-sosyolojik ile bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını kapsamaktadır. Nitekim bugün İngiltere devleti vatandaşına İngiltereli değil, İngiliz, Almanya devleti vatandaşlarına Almanyalı değil Alman, Fransa devleti vatandaşına Fransalı değil, Fransız denilmektedir. Bu ülkelerde tek bir ırk yaşamamaktadır. Örneğin, Fransa milletini yani Fransa’yı oluşturan etnik unsurları Kelt, Flaman, Alzas, Katalan, Bask, Bröton, Normanlar ve başka ırklar oluşturmaktadır. Buradaki bir Fransız vatandaşının Je suis Français (Ben Fransızım) derken Fransız olduğunu söylemesi sorun yaratmazken, bir Türk vatandaşının Türkiyeli olduğunu söylemesini istemenin nedeni nedir?”

Burada başsavcı iddianamesine dayanak olarak; 1924 Anayasası’nda 88. madde, 1961 Anayasası’nda 54. madde olarak karşımıza çıkan, ulus devlet ilkesinin temel maddelerinden biri olan 1982 Anayasasının 66. Maddesini göstermektedir.  “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” Bu tanım, “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” Şeklindeki Atatürk’ün Türklük tanımı ile ortaktır. Ancak, devletin yürütme sorumluluğundaki liderler, pratikte Türklüğü hep soydaş olarak kullanmış, bu durum devleti kuran farklı milletler arasında hep ikirciklikli vatandaşlık statüsüne sebep olmuştur. Örneğin, Iraktaki, Suriye’deki Türkmenlerden bahsedildiğinde soydaş, aynı ülkelerdeki Kürtlerden bahsedildiğinde komşu veya dindaş sıfatı kullanılmıştır. Balkanlardaki Türk azınlıkların dillerinin resmiyet kazanması bir devlet siyasi geleneği olduğu halde kendi ülkesindeki Kürtlerin dilleri hep yasaklı veya korumasız bırakılmıştır. İşte bu iki örnekteki ikirciklik dahi anayasadaki Türklük tanımını anlamsızlaştırmaya, boşa çıkarmaya yetmiştir.

Türklüğün, ülkede yaşayan bütün bireylere, ülke isminden dolayı verilmesi bir vatandaşlık ayidetliği olarak görülüp kabul edilebilecek bir durum iken; Türklüğün ülkedeki bir etnik ırkın geri kalan diğer bütün ırkları baskılama, yok sayma anlayışı olarak görülmesi kabul edilecek bir durum değildir. Çünkü bu durum toplumu ayrıştırmaya sürükleyerek, ülkenin birliğinin ve bağımsızlığının devamlılığı için büyük bir risk ve tehdit ihtimali taşımaktadır. Örneğin milliyetçilik, ülkeye dışarıdan gelen bir tehdit karşılığında harekete geçen bir tepki olarak ortaya çıktığında ırksal değil, toplumsal bir davranış olduğu için, devletin menfaatine birlik ve beraberliğini sağlamlaştıran ve bağımsızlığını kuvvetlendiren bir sonuç doğurur. Ancak ülke içinde tamamen siyasi bir rakip hareket sonucu, egemen bir sınıf olarak bir ırkın diğer bir ırkı veya ırkları yok sayıp, küçük görüp, aşağılaması milliyetçiliğin ırksal temelde ayrıştırıcı, bölücü bir amaca hizmet etmesine sebebiyet verir ki, bu durum, önce ayrışmayı, çözülmeyi; sonra çatışmayı, kopmayı; en sonunda da düşmanlaştırıp, bir arada yaşayamamayı, parçalanıp, dağılmayı meydana getirir. Irak ve Suriye bunun en yakın ve canlı örnekleridir.

ULUSÇULUĞA IRK TEMELİNDE BAKIŞIN ANLAMSIZLIĞI

Bu konuda yapılmış kapsamlı genetik araştırmalarda mevcuttur. Bu araştırmalar ırk temelli bir ideoloji veya politika gütmenin ne kadar anlamsız olduğunu somut olarak gözler önüne sermektedir. 2005 yılında National Geographic ve IBM sponsorluğuyla başlatılan “Genographic Project”, bu alanda yapılan en büyük çalışma. Bu çalışmada insan türünün genetik köklerini ve göçlere bağlı gen değişimlerini öğrenmeyi hedeflemişler. Bu amaçla hem yalnızca anneden gelen mitokondiral DNA ile anne soyunu, hem de babadan gelen Y-DNA’nın izlerini takip etmişler.

Türkiye’den yapılmış yaklaşık 500 DNA testi (y-kromozomunun hikâyesi, yani baba tarafından soyağacı hikâyesi) sonucu verilerine göre Türkiye’nin ortalama her bir insanında 20’den fazla gen grubu bulunduğu saptanmıştır. Bunların oransal olarak ağırlıklı dağılımları özetle şu şekildedir:

J2 = %24 Yunan, Hitit, Frig gibi Bütün Anadolu Halkları, (Anadolu – Roma)

R1b = %16 Rus (Doğu Avrupa), Hazar bölgesi

G = %11 Gürcüler, Ermeniler, Çerkesler, (Kafkas Halkları)

E3b = %9 Arap ve Yahudi

R1a = %7 Batı Avrupa

I = %5 Balkan Halkları

L = %4 Hintliler

N = %3 Ural Bölgesi Halkları

K = %2  İran

Q = %2  Orta Asya Türklerinden gelen genler

C = %1 Moğol

Yapılmış olan bu gen çalışmasına göre Türkiye Vatandaşları’nın tamamına yakını birden fazla gen taşımakta yani melez görünmektedir. Ve bütün dünya gen haritası içerisinde Türkiye kıyaslandığında diğer ülkelere nazaran abartılı bir gen karışıklığı/mozaiği dikkat çekmektedir. En büyük genetik ağırlığı ise Anadolu’nun eski yerleşik halkları (J2 haplogrubu) oluşturmaktadır. Şimdi bu araştırma verilerini “Güneş Dil Nazariyesi”ni tartışmasız savunanlar görse nasıl bir yanılmışlığın, hatanın ve hayal ürünün peşinden koştuklarını anladıklarında acaba ne hissederlerdi. Çünkü bir yalanın bu ölçekte bir bilimsel veriyle ispatı herkese nasip olmaz.

Başka bir çarpıcı çalışma, İstanbul’da yaşayanlar üzerinde yapılmış. Tüm Türkiye’nin özeti bir şehir olması sebebiyle önemli olan bir analizdir. Hem Y-DNA hem de M- DNA birlikte kullanılarak benzerlik aranmış. Bir İstanbul yerlisinin genetik akrabalık oranlarına bakıldığında ilk üç genetik; Türkiye Rumu; %93, Türkiye Ermenisi; %89, Türkiye Kürdü % 87 şeklinde sıralanmaktadır. Ve oransal olarak; Yunan; %81, Arnavut % 71, Ermenistan Ermenisi: %75, İran;  % 44, İtalyan, %39, Arap; %38 şeklinde devam etmektedir. Uzak akrabaları kimdir diye bakıldığında yine oransal sıralamada; Kırgız; %24, Özbek; %19, Alman; %14, Uygur; %11 şeklinde bir sonuç görülmüştür. Son olarak en uzak akrabalara bakıldığında liste; Çinli; %8, Japon; %5, Hint:%3, İngiliz: %2 şeklinde sonlanmaktadır.

Bu yapılan araştırma ve edinilen bilgiler ışığında birtakım tespit ve değerlendirme yapıldığında şu sonuç çıkmaktadır: Türkiye’de yaşayan herkes ülke ismiyle anılır, bu durum bütün dünyada aynıdır. Yani Türkiye’de yaşayan toplum Türk’tür, tıpkı Alman, İngiliz, Fransız gibi. Yani ayidetlik kimliği bir Pasaport hüviyetidir, daha çok uluslararası ayırt ediciliği olan bir kimlik belgesidir. Ancak bunu kabul ettiğimiz anda tıpkı Alman, İngiliz, Fransız toplumunda sıklıkla duyduğumuz aslıyla kendini tanımlama durumunu da yadırgamamız, hatta haddi aşıp bölücü nitelendirmelerde bulunmamız gerekmektedir. Ülke dışına çıkıldığında herkes Türküm derken, gerek duyduğunda Kürt asıllı, Türk asıllı, Boşnak asıllı, Arap asıllı Türküm de diyebilmelidir, demelidir. Bu korkulacak, ayrıştırma yapan bir durum değil, büyük devlet kültürüdür. Ülke içinde biri nereli olduğunu sorduğunda kimse Türkiyeliyim demez, gülünç olur, herkes ilini söyler, Antepliyim gibi. İl içinde nereli olduğu sorulduğunda ise genelde ilçesi, ilçede sorulduğunda ise köyü sorulmuştur ve cevap ona göre verilir. Aynı biçimde ülke içinde biri size kim olduğunuzu soruyorsa herkes üst kimlikte aynı, Türk olduğu için, onu sormuyordur, Kürt, Arap, Türk, Boşnak, Arnavut olduğunuzu soruyordur. Aslınızı soruyordur. Yani insanın aslı ayrı vatandaşlığı ayrıdır. Ülke içinde asıllık, ülke dışında vatandaşlık, gerektiğinde ise vatandaşlık ile birlikte asıllık ile insanlar kendilerini tanıtabilirler, bu evrensel bir tanıtım biçimidir. Yıllardır yabancı ülkelerden duyduğumuz, Fransız asıllı İranlı, Rus asıllı ABD’li, Türk asıllı Alman ibarelerinin bir eksikliğidir aslında bizdeki etnik-üst kimlik tartışması.

20.Yüzyılın başında, Türk milliyetçiliği, aslında kibirli, kaprisli, özgüvenli değil; daha ziyade beka kaygısıyla, kaybetme kompleksi ve kazanma içgüdüsü hırsıyla ortaya çıkmıştı. Türklük yeni devletin yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla adeta bir zafer sarhoşluğuna sebep olmuş Türkçülüğe dönüşmüştür. Kurucu değerler, İstiklal Harbi’nde bedel ödeyen halkın tamamının değil, on kişiyi geçmeyen küçük bir yönetici grubunun ideolojisiyle oluşturulmuştur. Ki daha sonra bu sayı teke inecektir. Oysa tarih bu ideolojiyi tahkim edenlerin dahi ilk bedel ödeyenler olarak nasıl heba ettirildiğini çoktan sayfalarına yazmıştı, hatta ” Türkçülük ilk ve en çok Türkçüleri harcamış, onları dışlamıştır.” Çünkü siyasi hâkimiyeti olan Türkçüler, İslam hassasiyeti olan Türkçüleri ya eksik ya hain görmeye başlamışlardı. Artık Türkçülükte, din kardeşliğinin de İslam dininin kattıklarının da yeri yoktu, Türklük her şeydi ve kabul edilen tek değerdi. Daha da somutlaştıracak olursak, bütün insanlığa gönderilmiş ve son peygamber Hz. Muhammed Mustafa (SAV) yerine hiç tanımadığı nasıl yaşadığını dahi bilmediği Mete Han’ı, Sahabe-i Kiram yerine Kürşat ve 40 Çerisi, Selahaddin Eyyubi yerine Yahudi Moiz Kohen, Fatih’in Kürt Hocası Molla Gurani yerine Atatürkün Kürt hocası Ziya Gökalp, Arnavut Şemseddin Sami, Mehmet Akif yerine Reşit Galip, Saidi Nursi yerine ne idiü bellisiz, ahlaktan, edepten, insanlıktan zerre nasibini almamış her hangi birisi sırf Türk olduğu için daha evla görülmüştür. Maalesef Türkçülüğü ırkçılık olarak savunanlar bunu bir görev olarak görmüşlerdir. Tam da burada cevabını vermeyeceğim, sizden de yalnızca bir durup düşünmenizi isteyeceğim bir soruyu Türkçü kesime soracağım: “Peygamber Efendimiz Aleyhi Salatı Vesselam, Arap değil de Türk olsaydı dünya görüşünüz nasıl olurdu, Türkiye Cumhuriyeti hangi temeller üzerine kurulurdu?

Not: Irkçılık; kelime anlamı olarak, kendi ırkını öteki ırklardan üstün sayma ve siyasal tutumunu buna dayandırma eğilimi olarak tarif edilmektedir. Sosyoloji terimi olarak ise insanların toplumsal özelliklerini ırksal özelliklerine indirgeyen ve bir ırkın öteki ırklara üstün olduğunu öne süren öğreti olarak açıklanmaktadır.

Oysa, Allah insanları niye farklı dillerden ırklardan yarattığını bize şöyle izah ediyor: “….Biz sizi birbirinizi tanımanız için milletlere ve kabilelere ayırdık…” (49/Hucurat,13)

Rasûlullah (sav) ise şöyle buyurmuştur: “Asabiyete/ırkçılığa çağıran bizden değildir. Asabiyet/ırkçılık için savaşan bizden değildir. Asabiyet/ırkçılık için ölen de bizden değildir.” demektedir.

 

   MEHMET KARASAKAL

GAZİANTEP / Kasım 2018