Bu iki kadim milletin tarihin zaman sularında ortak bir halk olarak yaşadığı süreci, dönemin koşulları ve tarafların münasebetleri açısından değerlendirildiğinde bize bazı saptamalar yapma şansı tanımaktadır. Bu halk; kimi zaman birlikte yaşama iradesi göstererek, kimi zaman üçüncü unsurlar tarafından birlikte yaşamak zorunda bırakılarak kimi zaman ise birbirinden ayrılma hakkı tanınmadan birlikte yaşamaya mecbur bırakılarak devam eden bir tarihin tanıklığıyla, iyi ve kötüyü birlikte yaşayarak günümüze kadar gelmişlerdir. Kürtler ve Türkler; birbirlerine mecbur oldukları dönemde kader birliği yapmışlar, daha sonraki dönemde birbirini severek ve kabul ederek İslam kardeşliği yapmışlar, aynı duygu ve düşüncelerden dolayı karşılaştıkları müşkülüyetlere karşı kader ortaklığı yaşamışlardır. Ama en önemli süreci İslam kardeşliği döneminde yaşamışlar ve bu dönemde birbirlerine çok benzemişlerdir. Siyasi olarak bu dönem ağırlıklı olarak Osmanlı Devleti dönemine ve Eyyubiler Devleti dönemine denk gelmektedir. Selçuklular döneminde daha çok kader birliği, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde Osmanlı’dan kalma İslam kardeşliği, 1924 yılından sonraki dönemde ise daha çok kader ortaklığı yapılmıştır. Kader ortaklığını daha çok hilafetle birlikte kaldırılan dini kurumlar ve diğer cumhuriyet devrimleri karşısında yargılandıkları İstiklal Mahkemelerindeki mağduriyetlerinde yaşamışlar ve bu minvaldeki darbe ve muhtıra dönemlerindeki askeri vesayet düzeninde yaşamışlardır.
TÜRKLER-KÜRTLER KADER BİRLİĞİ
1040 yılında Gazneliler ile Selçuklular arasında meydana gelen Dandanakan Savaşı’ndan sonra galip gelen Tuğrul Bey Horasan’ahakim olmuş, sonrasında yüzünü batıya yöneltmiştir. Bu batıya yönelişte Selçuklu sultanı Tuğrul Bey ile Kürt-Sünni Mervani Emiri Nasuriddevle’nin karşılaşması, tarihteki ilk Türk-Kürt karşılaşması olarak bir milat olmuş ve bin yıl sürecek bir sürecin aynı zamanda mihenk taşı olmuştur. 18 Eylül 1048 Pasinler ( Hasan kale ) zaferiyle Selçuklular Bizans’ı mağlup etmişlerdir. Bunun sonucunda Mervani Emiri Nasuriddevle 1049-1950 yıllarında Selçuklu Sultanı’na bağlılığını bildirmişti. Tuğrul Bey zamanında Mervanilertabiyet biçiminde Selçuklulara bağlı idi. Kürtler Büyük Selçuklu Devleti’nin ilk hükümdarı Tuğrul Bey’den itibaren Selçuklulara tabi duruma getirilmiştir. Tuğrul Bey’in kardeşi İbrahim YinalHemadan’ahâkim olmak için sürekli Kürtleri tazyik ediyordu. Tuğrul Bey bu bölgede kendi egemenliğini kurmak istiyor ve kardeşi İbrahim Yinal’ın üzerine yürüyerek Kürtler ‘in de desteğiyle onu ortadan kaldırdı ve oranın idaresine hakim olmayı başardı. (1059) 1061’de Mervani Emiri Nasruddevle’nin ölümüne kadar bir “tabi-metbu” ilişkisi şeklinde devam eden Selçuklu-Mervani Kürt Emirliği ilişkisi 1085 yılına kadar sürmüştür. Bu tarihten itibaren Diyarbekir bölgesi tamamen Selçuklu Devleti’nin idaresine girmiş, Mervani Kürt Emirliği tarih sahnesini terk etmiştir. (Muharrem Kesik, Derin Tarih Dergisi, S:44, s:44-51)
Malazgirt Savaşı’ndan önce Alparslan Diyarbekir’e gelmiş, Mervani Beyi Nasruddevle kendisine bağlılığını arz etmiştir. Malazgirt Muharebesi’nde Kürt Beyi Nasruddevle 10 bin Kürt askeriyle Alparslan’nın ordusununda saf tutmuştur. Bu muharebe Türk- Kürt kardeşliğinin en önemli nişanıdır. Çünkü Türk boylarından bir kısmı Bizans saflarında Alparslan’a karşı paralı asker iken, Kürt boyları karşılıksız olarak din birliği adına Alparslan’ın yanında savaşmıştır.
Sultan Melikşah (1072) babası Alparslan’ın öldürülmesinden sonra başa geçince zihninde merkeziyetçi bir idare kurma fikri var idi. Bu da Kürt emirliklerinin işlerine müdahale ederken onları ortadan kaldırma durumunu da beraberinde getirdi. Bunun sonucunda 1072 yılında Melikşah zamanında, merkezi vali ile yönetilen Mervanilertabiyettenziyade bağlılıkları ilhaka dönüşeceklerdir. Bu durum için Şerefhan Bitlis-i tarihe şu notu düşmüştür: “Kürt valilere ilk saldıranlar Selçuklulardır” (Fevziye Yunus Fettah, Çev.Mehmet Akbaş, Selçuklular Dönemi’nde Kürtler, Kürtler, C.1, S.147)
Kürt- Türk ilişkilerinin temel hamuru, en önemli unsuru İslam olduğu için kısaca Kürtler’in İslam ile tanışmalarını hatırlamakta yarar olacaktır. Kürtlerin İslam ile ilk defa müşerref olmaları, Hz. Ömer zamanında olmuştur. Müslümanların Irak Bölgesi Komutanı Sa’d bin Ebu Vakkas tarafından Sasanilerin başkenti Medain’in fethiyle, Kadisiye Savaşı sonucunda 637 (H. 16) yılından sonra Kürtler İslam ile tanışmıştır. İslam’ın doğuşu sırasında Kürtler arasındaki yaygın din Zerdüştlüktür. Hz. Ali Dönemine kadar İslam Kürtler arasında fazla yayılmamıştır. Sebebi ise şiddetli çatışmalardır. Emeviler döneminde Muaviye ve Yezid ile birlikte Kürtlere daha yumuşak bir politika uygulanmış İslam’ın Kürtlerce benimsenmesi daha kolay ve hızlı olmuştur. Nitekim Muaviye 670 (H. 50) de Kürdistan’a çok sayıda din adamı göndermiştir. Bu politika Kürtler arasında Muaviye (hatta Yezid) sevgisinin yayılmasını sağlamıştır. Aynı zamanda son Emevi halifesi Mervan bin Muhammed (2.Mervan)’in annesinin Kürt olması ilişkilerin güçlenmesinde önemli bir rol oynamış ve Kürtler arasında İslam’ın daha çok yayılmasına vesile olmuştur. (Hüseyin Güneş, Kürtler, C.1,s. 99-118, Emevi Dönemi Kürtler)
Türklerin İslam ile müşerref olmaları ise Kürtlerden yaklaşık yarım asır sonra olmuştur. Türklerin İslam’a ilk kitlesel girişi Abbasiler ile Çinliler arasında cereyan eden ve Karluk Türklerinin Abbasilere destek vermesiyle savaşın neticesinin Abbasiler lehine değiştiği Talas Savaşı (751) sonrasına rastlamaktadır. Türklerin Müslüman Arapları, Arapların da Türkleri tanımasına neden olan ” Talas Savaşı” dünya tarihi açısından da dönüm noktası teşkil etmektedir. Yılmaz Öztuna, bu tarihi olayın Türkler açısından önemini şöyle yorumlamıştır: “Türkler, İslamiyet’i samimi olarak, kendi istekleriyle, hiçbir zorlama ve dış baskı olmaksızın kitle halinde kabul edince, tarihlerinin yeni bir devresine ayak basmış oluyorlardı ” (Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, s: 47)
TÜRK-KÜRT İSLAM KARDEŞLİĞİ
Malazgirt sonrası Anadolu’yu feth eden Türkler 1183’ten sonra Eyyubi Devleti’nin egemenliğini kabul etmiştir. Eyyubiler zamanında bazı Kürt Aşiretleri Doğu Anadolu’ya göçtü, burada Türkmen Aşiretleri ile beraber yaşadılar. Bazı Türkmen Aşiretler ise Selahaddin’in egemenliği altına girip ordusunda savaştılar. Bu tarihsel süreçte karşımıza çıkan bir nokta Müslüman etnik grupların her üçünün (Araplar-Türkler-Kürtler) çoğu yerde iç içe geçmiş olmasıdır. Bunun nedeni o dönemde etnik kimlikten ziyade dini kimliğin daha çok önem taşımasıdır. Selahaddin Müslümanlığını her daim Kürtlüğünden önde ve evvel tutmuştur. Bu ondaki İslam bilinci Kürtlük bilincinin çok fevkinde ve üstünde idi ve yaptıklarını bir Kürt Müslüman olarak Allah yolunda Allah için yapma bilinci ile yetişmişti. Alparslan’ın ordusunda meydana gelen birlik Kürt Selahaddin’in ordusunda da kendini göstermiştir. Türkler ve Kürtler uzun yıllar omuz omuza savaşmıştır. (Kürtler ve Türkler, Ahmet Özer, s:70)
Türk tarihine bakıldığında Selahaddin’in ülkesi ve devleti gibi yalnızca bir örnek dikkati çekmektedir, o da Osmanlı Devleti’dir. Çünkü Osmanlılar da Müslümanlığını Türklüğünden önde ve evvel tutmuştur. Bunun en somut örneklerinden biri Yavuz Dönemi Osmanlı’sında görülmektedir. Yavuz Sultan Selim son ana kadar batı seferini yani Macaristan üzerine sefer yapmayı planlamıştı. Yavuz, Macaristan’ın bütün alttan almalarına karşın savaşa kararlı bir siyaset izlemekteydi. Bu arada Safavi işgali altında zülüm gören ve Şii olmaya zorlanan farklı Sünni topluluklar, heyetler; mektuplar ve alimler göndererek Osmanlı’yı Safavi üzerine sefere ikna etmeye uğraşıyorlardı. İçlerinde bir de Kürt heyeti vardı. İşte bütün bu tarihi dizayn eden de bu Kürt heyetindeki iki kişidir. MehemedAxaye Kel Hoki ve heyetin başı İdris-i Bitlisi’ dir. Emir Şeref, 20 Kürdistan Bey ve liderinin olurunu alarak yazdığı mektubu İdris-i Bitlisi ve Mehemed Ağa elçiliğiyle sultana arz etti. Bu mektup bir bağlılık nişanesidir aynı zamanda. Açıktır ki Sultan Selim’i Safavi üzerine sefere Kürtler çağırmıştır. 20′ yi aşkın ( bazı kaynaklarda 28 ) Kürt Beyi Çaldıran Savaşı’nda Yavuz’un Ordusu’yla birlikte Safaviler’ e karşı savaştı. Ve bu Kürtler Osmanlı’ya topraklarını bağlayarak 400 yıllık bir süreyi kapsayacak şekilde Yavuz’a tabii oldular.
Ancak Yavuz Dönemindeki Kürt-Türk ilişki yapısı ve düzeyi II. Mahmut Dönemindeki devlet politikalarıyla değişmeye daha sonrada bozulmaya başlamıştır. II.Mahmut devri, Kürt – Türk ilişkileri açısından yepyeni bir sayfanın açıldığı dönemdir. Bu döneme Abdülmecid’i de dahil etmek gerekir. Çünkü II. Mahmut’un politikasını o devralıp uygulamaya devam etmiştir. Türk-Kürt ilişkilerinde ne oluyorsa bundan sonra oluyor; kardeşliği, birliği ve beraberliği bozan II. Mahmut (1808-1830 ) Merkezi bir devlet kurmak ve vergi imkanlarını elinde toplamak için Yavuz Sultan Selim’in kurduğu düzeni ortadan kaldırarak, Reşit Paşa komutasındaki orduyu Kürdistan’a gönderiyor. 1837’de Reşit Paşa koleradan ölünce yerine görevlendirdiği Hafız Paşa komutasındaki ordu ile sonuca ulaşmaya çalışıyor; böylece II. Mahmut’un politikası ile başlayan süreç onun ölümünden sonra yerine geçen Abdülmecit tarafından; balyoz hareketi ile tam veya yarı bağımsız Kürt beylik ve emirlikler dönemi sona erdirilerek, düşmanlık tohumları ekiliyor. Bundan sonra Osmanlılar ve ardılları, Kürt hareketleri ve isyanları ile uğraşmak zorunda kalmış ve tarihi süreçte ayaklanmalar peş peşe gelmiştir. ( Ahmet Özer,Kürtler ve Türkler,Hemen Kitap,2010, İstanbul,sf:37) Kürt isyan hareketlerininin kronolojisine bakıldığında bu anlatılanları desteklediği görülmektedir. Örneğin 1806’da Babanzade Abdurrahman Paşa İsyanı, 1818’da Bilbasların ayaklanması, 1832-1839 yılları arasında Ravanduzlu Mir Muhammed İsyanı, 1843-1846 yılları arasında Botanlı Bedirhan Bey İsyanı, 1853-1855 yılları arasında Yezda Şer İsyanı, 1880’de Hakkari’deki Nehri Şeyhi Ubeydullah Bey’in İsyanı gibi bir çok isyan ve ayaklanma görülmektedir. Bu isyan ve ayaklanmaların bölge ve nitelikleri birbirinden farklı olmakla birlikte hepsinde belli ölçüde temel dinamiğin Kürt milliyetçiliği olduğu görülmektedir. ( Ahmet Özer, 100 Soruda Kürt Sorunu, İstanbul 2013, s.78.) Bu bize şunu anlatmaktadır. Devlet milliyetçiliği, beraberinde ulus milliyetçiliğini getirmektedir, bu da halk nezdinde ayrışma hareketlerine dönüşmektedir. Özetle Kürt Sorunu’nun tarihsel arka planı, son dönem Osmanlı modernleşme süreçlerine dayandırılabilir. Osmanlı modernleşme hareketleriyle beraber yeni bir merkezi yönetim sistemi oluşturmak üzere başlatılan politikalar, İmparatorluk sınırları içerisindeki bir çok unsur gibi Kürtlerde de memnuniyetsizliklere yol açmıştır. ( Ahmet Özer, 100 Soruda Kürt Sorunu, s.79.) Bu memnuniyetsizlik Kürtler haricindeki bütün unsurları ileride devlet sahibi yapacaktır, bir tek Kürtler Osmanlı bakiyesinde Türklerle birlikte yaşamaya devam edeceklerdir. Bunun da en önemli sebebi İslam kardeşliği, hukuku ve Osmanlı aidetliğidir.
- Abdülhamid Han döneminde Kürt-Türk ilişkileri Osmanlı Döneminin Yavuz döneminkine benzer bir sürece dönmüş, İslam kardeşliği hukukuna yakın Osmanlı aidetliği üzerine tekrar bir müspet hale evrilme dönemi başlamıştır. Doğuda başlayan bazı yerel hadiseler karşısında tedbir almayı gerekli bulan Sultan Abdülhamit, Kürt beylerine özel nişanlar ve imtiyazlar vererek onları devlete yakınlaştırmak istemiştir. Sultan, bu siyasetinin gereği olarak Kürt Beylerinin çocuklarını okutmak amacıyla saraya almış, aşiret reislerinin gururunu okşayan bire bir temaslar kurmuş ve kişisel dostluklar geliştirmiştir. Sultan, kurduğu doğrudan ilişkiler sayesinde Kürtlerin güvenini tazelemiş ve Doğu sınırlarını kontrol altında tutmuştur. Daha da önemlisi, Sultan Abdülhamit’in Batı emperyalizmi karşısında izlediği Pan- İslamist siyaset, Kürtler arasında büyük destek bulmuştur.
Sultan Abdülhamit, bu dönemde Hamidiye Alaylarını kurmak suretiyle çıkabilecek bir Ermeni isyanını kontrol altına almak istemiştir. Bunun yanında Aşiret Mektepleri adıyla okullar açarak bu okullarda Kürtçe eğitim yaptırmak suretiyle, olayları kendi kontrolünde tutmayı başarmıştır. Sultan Abdülhamit bu siyaseti sayesinde Kürtlerin güvenini kazanmış ve kendisine ” Kürtlerin Babası” anlamında ” Bave Kürdan” ismi verilmiştir. ( Mustafa Akyol, Kürt Sorunu’nu Yeniden Düşünmek, Doğan Kitap, İstanbul 2006, s: 39-40.) Öyle ki Sultan Abdülhamit Han’ın tahttan indirilmesine en büyük tepkiyi Kürt aşiret reisleri göstermiş ve bu dönemde etnik anlamda kitlesel bir Kürt hareketi meydana gelmemiştir.
- Abdülhamid dönemindeki Kürt milliyetçiliği daha ziyade bir aydın hareketidir, yani toplumsal desteği çok az veya yoktur. Bir entelektüel akım olarak da değerlendirilebilir. Ancak, Kürt milliyetçi hareketi Osmanlı içerisinde varlığını sürdürmek istiyordu. Öyle ki Kürt aydınlar Jön Türkler ile örgütsel anlamda olumlu ilişkiler içerisindeydi. Ayrıca İttihat ve Terraki Cemiyeti’nin ilk kadrosunda da Dr. İshak Sükuti, Dr. Abdullah Cevdet gibi Kürt milliyetçiliğinin entelektüelleri bulunmaktaydı. Kürt proto-milliyetçiliğinin ilk örgütlenmesi olarak ise Azm-i Kavi Cemiyeti kabul edilmektedir. (M. Şükrü Hanioğlu, Derin Tarih Dergisi, S:44, s:60-66)
KADER ORTAKLIĞI VE ORTAKLIĞI BOZMA GİRİŞİMLERİ
Sultan II. Abdülhamit’ in 1908 yılında İttihat ve Terakki Fırkası tarafından iktidardan düşürülüp, Osmanlı Devleti’nde II. Meşrutiyetin ilanıyla anayasal yönetime geçilmiştir. Yaklaşık bir yıl içinde ittihatçılara karşı 31 Mart Ayaklanması gerçekleşmiş, ancak başarılı olunamadığı gibi II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesine yol açmıştır. Bu olay sonrası 1918’e kadar devlet yönetimi tamamen İttihat ve Terakki Partisi’nin eline geçmiştir. Devlet yönetiminde İttihat önderleri Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa etkili oldular. ( Bu dönemde Osmanlı Devleti, Trablusgarp, I. ve II. Balkan Savaşları ve I. Dünya savaşlarına girdi. ) İttihatçıların yaklaşık on yıllık bu devlet yönetim tecrübeleri, hem Osmanlı’nın yıkılışı hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu döneminin anlaşılması açısından son derece önemlidir. Çünkü ittihatçıların ilk dönemdeki ” Osmanlıyı İslam kardeşliği ana fikri etrafında bir arada tutmak” siyaseti ciddi bir değişikliğe uğramış ” bütün etnik grupların Türkleştirilmesini temel alan ” bir siyasete dönüşmüştür. Bu siyaset değişikliği yeni kurulacak ülkenin yapısı ve ideolojisi hakkında aslında ip uçları vermiş, Kürtler tarafından şüpheyle karşılanmıştır. İttihat ve Terakki Fırkası’nın çıkartmış olduğu Tehcir Kanunu, Kürtlerin bu şüphelerini haklı çıkartır niteliktedir. Tehcir Kanunu’nun 12. Maddesinde ” Kürtler ufak ufak kafilelere ayrılıp silahlarından arındırılarak değişik bölgelere gönderilecek ve orada genel nüfusun yüzde beşini geçmeyecektir. Kürt mülteciler eski yerlerine geri gönderilmeyecektir. Yozgat ve Ankara’ya Kürt reisleriyle molla ve nüfus sahibi kişiler, ilkin diğer kişilerle sevk olunacak ve orada diğer kişilerle ilişkide bulunmayacak şekilde ayrılacak ve hükümet gözetimi altında bulundurulacaktır.” İbaresi yer almıştır. ( Naci Kutlay, İttihat Teraki ve Kürtler, Dipnot Yay., Ankara 2010, s: 289.) Kürtlere hayatı açık bir cezaevine çevirecek olan bu İttihatçı, asimilasyon aracı iskan siyaseti kendilerine nasip olmamış, ömürleri yetmemiş ancak yarım kalan bu proje Cumhuriyet Dönemi Türkiyesinde önemli ölçüde gerçekleştirilmiştir. Bizatihi, İttihat Teraki döneminin İskan-ı Aşair ve Muhacirin ( Aşiret ve Muhacir İskanı Genel Müdürlüğü) kurumunun başında olan Şükrü Kaya Bey tarafından, hem de Cumhuriyet döneminin İçişleri Bakanı olarak, Cumhuriyetin Kürt siyaseti malesef bu ayrıştırıcı ve ötekileştirici yaklaşımla başlamış ve belli dönemlere ayrılabilecek farklı siyaset tarzlarıyla günümüze kadar sorunlar yumağıyla gelmiştir. Cumhuriyetin Kürt siyasetini altı ana döneme ayırmak mümkündür.
- Birinci Dönem; 1919-1923 Kürtlerin varlığının kabul edildiği, haklarının verileceğinin söylendiği dönem.
- İkinci Dönem; 29 Ekim 1923-1938 İsyan ve Direniş Dönemi: Bu dönemde Kürtlerin beklentileri yerine gelmediği için ( daha önce söz verildiği halde ) ayaklanmışlardır. Şeyh Said, Ağrı İsyanları ve Dersim Direnişi kanlı bir biçimde bastırılmıştır. Bu on beş yıllık dönem Cumhuriyetin Kürtler açısından en kanlı dönemidir.
- Üçüncü Dönem; 1938-1968 önceki yıllarda yapılanların etkisiyle meydana gelen suskunluk dönemidir.
- Dördüncü Dönem; 1968-1980 gençlik hareketleri ve fraksiyonlar dönemidir.
- Beşinci Dönem; 1980-1991 PKK’nın ortaya çıktığı, red-inkar ve baskının tekrar hüküm sürdüğü dönemdir.
- Altıncı Dönem; 1991 ve sonrası, Kürt realitesinin tanındığı dönemdir. ( Ahmet Özer, 100 soruda Kürtler, s: 105)
Aynı dönem, bir başka açıdan incelendiğinde, yorum farkıyla yine belli başlı beş döneme ayrılmıştır.
- Kurtuluş mücadelesinin verildiği ve Kürt varlığının kabul edildiği 1918-1925 dönemidir.
- 1925-1950 yılları arasındaki, Devletin resmi tezlerinin oluştuğu”inkar ve asimilasyon ” dönemidir. ( Fevzi Çakmak ve Abidin Özmen raporlarında ” asimilasyon ” terimi açıkça kullanılmıştır.)
- 1950 Demokrat Parti iktidarıyla başlayan ve 1970’lere kadar devam eden ” bekleyiş” dönemidir.
- 1970-1980 arasını kapsayan ” farkındalık” dönemidir.
- PKK’nın ortaya çıkmasıyla başlayan ve daha çok 1990’larda temel karekteristiklerini kazanan yeni dönemdir. ( Hüseyin Yayman, Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası, SETA Yayını, 2011, s:39.)
Atatürk önderliğinde kurulan yeni devlet ile Kürtler arasındaki ilişki aslında son yüzyılın izlerini taşımakta idi. Cumhuriyetin kurucu elitinin ve sonrasının politikası da Abdülhamit Han ile İttihat ve Terakki politikalarından çok farklı olmadan, temel olarak Kürtlerin kontrol edilmesi ve kullanılması üzerine inşa ediliyor; bu bağlamda ” kullan ve baskıla ” politikası yıllarca uygulanıyor, karşı duruş söz konusu olduğunda ise sindirme ve bastırma devreye giriyor. Atatürk ve arkadaşlarının Kürt Meselesinin çözümüne dair yaklaşımı genel anlamda iki farklı görüş meydana getirmiştir. Birinci Görüş; bu meselenin hallini, ” askeri tedbirler, zorunlu iskan, asimilasyon ve Türkleştirme” yöntemlerinde görüyordu. Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Umum Müfettiş İbrahim Tali Öngören ve Abidin Özmen, Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, Dahiliye vekili Şükrü Kaya, bu görüşün savunucularındandır. İkinci Görüş; bu meselenin hallini ” güvenlikle birlikte daha mutedil tedbirlerle” sağlamayı öngörüyordu. Celal Bayar, Kazım Karabekir, Korgeneral Ömer Halis Bıyıktay, Vali Cemal Bardakçı, bu görüşün savunucularındandır. Aralarında önemli farklılıklar bulunan iki yaklaşımı iki simge isim üzerinden de okumak mümkündür. Birinci grup; “İnönücü Ekol”, ikinci grup “Bayarcı Ekol” olarak İnönü ve Bayar isimlerini ön plana çıkartmaktadır. Bu iki tarz-ı siyaset arasında ve doğal olarak iki grup arasında ciddi bir rekabet olmuş ve mücadeleyi birinci grup kazanmıştır. ( Ahmet Özer, 100 Soruda Kürt Sorunu, s.111.) Kürt Meselesini, Terörle mücadele safhasına dönüştüren sebepler arasında bu dönemdeki yanlış güvenlikçi ve inkarcı siyasetin sonucu da eklenebilir. Atatürk bu olayın neresinde diye sorulacak olursa, ölümüne kadarki inkılap ve eylemlerine bakıldığında birinci grup zihniyetiyle aynı çizgide olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Ancak, 1000 yıllık bir Kürt-Türk münasebeti çerçevesinde bakıldığında, Atatürk’ün öncüllerinden belirgin farkı, çok realist ve gereğinden fazla pragmatik olmasıdır. Bu özelliği gereği daha sonra tasfiye etme kararı aldığı Kürtler’in mütegalibesi ile milli mücadele döneminde; çok yakın, candan ve inandırıcı ilişkiler kurmasıdır. Kurtuluş Savaşı’nı Doğu’dan başlatması ise bu bağlamda bir tesadüf değildir. Şu atılan taktik adımları bu durumu çok güzel özetlemektedir:
1) Öncü ve kurucu güç, önce Kürt Beyleri, ağaları ve şeyhleri ile anlaşıyor. Onlara önemli payeler biçiyor, görevler veriyor, yüceltiyor,naynı zamanda vaatlerde bulunuyor.
2) Haraketin Halifeliği kurtarmaya yönelik olduğu imajını başlarda yayarak dine önem veren şeyh ve tarikat reisliklerini yanına çekiyor.
3) Ulusal ve etnik önderlere de bu hareketin Türk ve Kürt ortak hareketi olduğunu, kurtuluştan sonra temel özgürlüklerinin inşa edileceğini vurguluyor. Kısacası dini, ulusal ve şahsi vaatlerle Kürt eşrafını ve feodalitesini yanına alıyor, savaşta kullanıyor
4) İş bittikten sonra vaatler yerine getirilmiyor, özellikle ulusal ve dini nitelikli olanlar.
5) Bu durum baş kaldırmanın tohumlarını atıyor. Bundan sonra ki Atatürk’ün 15 yıllık fiili iktidarı dönemi (1923-1938) Kürt ayaklanmaları ile uğraşmak ile geçiyor. Özetle Cumhuriyet’in kurucu ve yönetici kadrosu; Kürt eşrafı dini, ulusal ve kişisel vaatler ile yanına çekiyor. Kürtler, Kurtuluş Savaşında, Ermenilere, Fransızlara ve İngilizlere karşı savaşıyor; savaş bittikten sonra beklenen yerine gelmeyince, bunun üzerine ayaklanıyorlar. Ayaklanmalar yeni baskılara, baskılar yeni ayaklanmalara yol açıyor.( Ahmet Özer, Kürtler ve Türkler,Hemen Kitap, 2010, İstanbul,sf:39-40)
Yukarıda sözü edilen Atatürk vaatlerine somut birer örnekle hatırlamak mümkündür: Türk-Kürt birlikteliğini ortaya koyan ilk girişim, 20-22 Ekim 1919 tarihlerinde yapılan Amasya Görüşmesi veya Protokolü ( Mülakatı )’ dür. Görüşme taraflarından biri, Sivas Kongresi’ nin sonunda kurulan Heyet-i Temsiliye, diğeri İstanbul Hükümeti idi. İstanbul Hükümetini Bahriye Nazırı Salih Paşa; Heyet-i Temsiliye’ yi Mustafa Kemal, Rauf Orbay, Bekir Sami temsil ediyordu. Amasya Protokolü’ nde ne deniyor? ” Savaş biter bitmez Kürtler’ in içtimai, siyasi ve ırki bütün gerekleri yerine getirilecektir.” Deniliyor! Peki sonuç ne oldu? Hemen sonra bu cümle halktan gizlenmek istendi. Bereket bir nüshası Salih Paşa tarafından İstanbul Hükümeti’ ne gitti de protokol yok edilemedi. (Aytekin Gezici, Kürt Tarihi, Tutku Kitabevi, Ankara 2013, s: 85-86.)
27 Haziran 1920 Mustafa Kemal Paşa, El-Cezire Merkez Komutanı Nihat Paşa’ya bir talimatname göndermiştir. Talimatnamenin 1. Maddesinde açıkça Kürtlere tedrici bir özerklik verilmesine vurgu yapmıştır. 2. Maddede milletlerin kendi kaderlerini belirlemeye hakları olduğunu, tüm dünya tarafından kabul görülen bu hakikat doğrultusunda Kürtlerin de BMM idaresinde yaşamak kaydıyla mahalli idarenin El-Cezire Cephesi Kumandanlığına ait olduğunu beyan etmiştir.
20 Ocak 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yani 1921 anayasası meclisçe kabul edildi. Bu kanunda vilayetlerde mahalli özerklik öngörülmüştür. Atatürk Paşa tarafından Kürdistan’da ” tedricen mahalli idare ihdası” talebi, Kürtler ’in yabancılarla anlaşmasına engel olmaya ve BMM’ye bağlılıklarını sağlamaya yönelik olmuştur.
16-17 Ocak 1923 tarihinde de Mustafa Kemal, İzmir’de bu konu hakkında şöyle konuşmuştur: “Kürtler’e bir tür yerel özerklik verilecektir.” Alt alta sıralanan bu kadar somut örnekle artık bir hayali olan Kürtler, çok sürmeden sükut-u hayale uğrayacaklardır. Çünkü, bütün bu söylemlere, vaatlere karşın 1924 Anayasasında Kürtlere verileceği iddia edilen hakların esamisi okunmayacak ve ulus devlet dayatmaları sistematik olarak Doğu ve Güneydoğu da uygulanacaktır. Atatürk’ ün Milli mücadele dönemindeki düşünce, söz ve davranışlarının, daha sonra anlaşılacağı üzere ‘’bir ilmi siyaset gereği olduğu’’ görülecektir.
Toparlayacak olursak, Lozan görüşmeleri sırasında Musul Meselesi’nin çözülmemiş olması, ( İngiltere’de, TBMM’de Kürt kartıyla bu meseleye yaklaşmıştır.) Kürt Sorunu’nun geleceğini derinden etkilemiş ve temel kırılma noktalarından biri olmuştur. İlk meclisteki ” kurucu ve birleştirici” ruhun kaybolmasıyla, ülke hızla çeşitli kimliklerin ayrışmasına sahne olmuştur. ” 1920 mutabakatının ” değişmesiyle ülkenin genel siyaseti de Kürt Meselesi’ne bakışı da değişmiştir. Aslında Cumhuriyet kurulduktan sonra, sistem Kürtleri Türkleştirmek, Alevileri Sünnileştirmek, Sünnileri de Laiklik sopasıyla terbiye etmek amacına kilitlenmiştir. ( Ahmet Özer, 100 Soruda Kürtler, s: 106-107.)
Atatürk’ ün son on yılı Türkiye’sine ve Dünyaya bakıldığında büyük bir ekonomik buhran söz konusudur. Atatürk, bu dönemde Dünya Ülkelerinin içine kapanmasını da fırsat bilip, ülke içinde Türk milliyetçiliğine dayalı ulusalcılık fikrini; Türk Tarih Kurumu (1931), Türk Dil Kurumu (1932), Güneş Dil Teorisi, Resmi tarih yazıcılığı gibi milliyetçi yapıları, devlet kurumları haline getirip diğer devlet kurumlarının da bundan etkilenmesini sağlamıştır. Bu anlayış, Atatürk’ten sonra “Devleti Temsil Eden” egemen devlet anlayışı olarak her dönemde, kimi zaman biraz zayıflayarak da olsa, varlığını günümüze kadar sürdürmeyi başarmıştır. Demokrat parti döneminde Kürt bakış açısı biraz insani sınırlara çekilsede sorun temelinde somut bir değişiklik meydana gelmemiştir. Ancak 1960 Askeri Darbesiyle adeta 10 yıllık bir yumuşama döneminin yaşandığı DP iktidarı döneminin Kürt Politakasının acısı ziyadesiyle çıkartılmıştır. 1960 Askeri Darbesi’yle Kürtlere yönelik ırkçı tutum ve uygulamalar, yeniden canlanmaya başlamıştır. Bu dönemde özellikle Cemal Gürsel’in, “Türkçe konuş” ve ” Herkes Türktür” yaklaşımıyla üretilen politikalar, Kürt Sorunu’nu birkes daha alevlendirmiştir. 27 Mayıs 1960 Darbesi sonrası hazırlanan; ” Devletin Doğu ve Güneydoğu’da Uygulayacağı Kalkınma Program Esasları” isimli çalışma dönemin genel havasını çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. ( Bu çalışma raporu Bülent Ecevit’in arşivinden çıkmıştır.) Raporda sadece Kürt Meselesi yok sayılmakla kalmamış, aynı zamanda Kürtler de toptan yok sayılmıştır. (Ahmet Özer, 100 Soruda Kürtler, s: 108-109.)
Osmanlı’nın son döneminde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında Kürt hareketinin mümessilleri ağırlıklı dindar kesim olmakla birlikte aydın her fikirden insandan oluşurken, 1960’lardan sonra, günümüze kadar ise Kürt siyaseti bir Sol Hareketine devşirilmiştir. Bu tarihten sonra birçok sol siyasal hareketinin içinde kendine taraf ve hayat bulan Kürt hareketinin, en önemli kırılma noktası Abdullah Öcalan’ın 1978 yılında PKK’ yı kurması olmuştur. Kürdistan İşçi Partisi ( PartiyaKarkeran Kürdistan ) açılımıyla Abdullah Öcalan önderliğinde kurulan PKK, merkezine silahı ve silahlı mücadeleyi alarak, kendisinden önceki bütün Kürtler adına yapılan çalışmaları, radikal bir şekilde eleştirerek, daha önce hiç denenmemiş olan yöntemi hayata geçirdi. Bu aşamada Kürt Meselesi’ de artık yalnızca bireysel ve kültürel temel hak ve hürriyet mücadelesi olmaktan çıkmıştır. Kürtlerin hak arama mücadelesi, devletin terörle mücadelesine dönüşmüş ve yıllarca meselenin özü de bu arada kaybolup gitmiştir. Aynı devletin vatandaşı, aynı toprağın yurttaşı olan iki milletin evlatları, başta terörle mücadele sahasına dönüşen ve yaşamı onlarca yıl ertelenen veya toptan yok edilen yöre halkı olmak üzere; çoğu fakir, çoğu işsiz birçok kesimden insan bu sorundan etkilenmiştir. Kürt Sorunu, son zamanlarda bir takım müspet gelişmeler sağlamış olsa da hâlâ ilk günkü tazeliğinde, kendini sorun olarak her kesime dayatarak sorun olmaya devam etmektedir. Ancak bir farkla, on binlerce insanın katline ferman olmuş, birçok yurdum insanını, çoğu gençliğinin baharında, yaşamdan kopartmış olarak devam etmektedir.
İki kadim halkın tarihi süreç içerisindeki münasebetlerine her yönüyle bakılan bu çalışmada özetle şu karakteristik analizi yapma şansı peyda olmaktadır. Kürtlerle ilgili olan analizi yine bir Kürt olan ve Kürt Ulusunun Tarihini yazan Bitlis Beyi Şerafeddin Han, Şerefname adlı eserinde çok net ifade etmektedir. ” Şerafeddin bize, Kürtlerin hiçbir zaman birtek ve aynı hükümdar veya krallığın altında birleşmediklerini ve gruplanmadıklarını öğretiyor. Birbirleriyle her zaman savaş halinde olan bu Kürt Beyleri her zaman daha büyük bir güçten korunma ve yardım istemişlerdir. Bunun karşılığında kendilerine bunları sağlayan hükümdara bağlılıklarını ve saygılarını sunuyorlardı. Hatta çok kez ona vergi ödüyorlar, savaş zamanında yardımcı birlik gönderiyorlardı. İslam’dan önce Pers ve Roma hükümdarları ile olan bu karşılıklı ilişki, İslam’dan sonra da Sasani (İran) ve Osmanlı hükümdarları ile devam etmiştir. (Şerafeddin Han, Şerefname, C.1, Çev. Celal Kabadayı,Yaba Yayınları, İstanbul 2009,s: 42.)” Türkler’in onlarca devlet kurma tecrübelerine ve devlet idare tarzına bakıldığında, Kürtler’in bu alandaki eksiklikleri daha dikkat çekici olmaktadır. Türkler’de hanedan devleti söz konusu, yani bir aile diğer bütün Türkler’e nüfuz edebiliyor, egemenliğine ve itaatine alabiliyor ve devlet birliğini sağlayabiliyordu. Türk tarihinde her dönemde bunu başaran bir Türk ailesi mevcut olmuştur. Türkler tabi olarak kurdukları devletlerde yalnızca Türkleri değil bölgedeki bütün toplulukları bu bağlamda devlete katıp yönetebilmişlerdir. Türkler; devletleşirken, bazen yakın akrabalarını, bazen eşlerinin akrabalarını, bazenda öz kardeşlerini yok etmekten çekinmemişlerdir. Kürtler kabile dövüşleri ile bir birine zarar verip devlet olmayı başaramamışken, Türkler, hanedan içerisindeki dövüşlerle mücadele edip, en yakınlarını ortadan kaldırarak dahi olsa devlet olarak kalmayı başarmışlardır. Kürtler, aşiret aidetliğine dayalı, birbirine yakın güçlerde çok fazla aşiret reisliği mevcut olduğu için diğerlerini itaate almak mümkün olmamıştır. Kürtlerde aşiret aidetliği, ulus bilincini engellemiş bu da aşiretleri devletleştirecek birlikteliği sağlayamamıştır. Kürtlük bilinci ve aidetliği zuhur ettiğinde de artık iş işten geçmiş, çoktan siyasi devlet sınırları çizilmiş ve uluslararası siyasetin engeliyle karşılaşmışlardır.
Baştan itibaren toparlayacak olursak; Türkler ile Kürtler, tarih boyunca kimi zaman kardeş olmuş, kimi zaman kader birliği yapmış, kimi zaman da kader ortaklığı yapmıştır. İlk karşılaştıkları günden bu güne şu an üzerinde yaşadığımız topraklarda, Anadolu’da, Türkler, Kürtler ile olan ilişkilerinde yer yüzündeki diğer hiç bir Türk topluluğunda görmedikleri ilgiyi, desteği, sevgiyi, saygıyı ve muhabbeti mütemadiyen Kürtlerden görmüş, Kürtler de çok kritik dönemlerde çoğu zaman Türklerin desteğini ve gücünü yanında hissetmiştir.
Evet, Türkler ve Kürtler kardeştir; ispatı Malazgirt’ tir, Çaldıran’dır. Çünkü her ikisinde de Türk Devlet otoritesine karşı Türkler düşman safında iken Kürtler, Türk Devlet otoritesine müttefiktir. Evet, Türkler ile Kürtlerin bir kader birliği vardır; I.Cihan Harbinde, Çanakkale’de, Milli Mücadelede omuz omuza yapılan savaşlar, İstiklal Mahkemelerinde dar ağaçlarında son bulan nefesler bunun ispatıdır. Evet, Türkler ile Kürtlerin ortak bir kaderi de vardır; 1960 Askeri ihtilali olarak da bilinen 27 Mayıs Darbesi, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, 12 Mart 1971 Muhtırası , 28 Şubat 1997 Muhtırası ( post-modern darbe ), 27 Nisan 2007 Muhtırası ( e- muhtıra ), hem Türkleri hem de Kürtleri etkilemiş, karanlık ve bir daha yaşanmaması temenni edilen çok zor günlerdir ve her iki milletin ortak kaderidir. Çünkü askeri vesayet, sivil halkın tamamını, düşman devletin esir askerleri gibi görmüş, neredeyse herkesimden herkese aynı zulmü ve işkenceleri reva görmüştür. Evet bu Türkler ile Kürtlerin ortak kaderi olmuştur. Peki, bunu yapanlar kimdi diye soracak olursanız? Millet üstü bir iradeye sahip, Rejim Muhafızlığı Diktası idi.
Son Söz:
Türkler ile Kürtler siyah beyaz bir resim gibidir.
Siyah beyaz bir resim için siyahın beyaza beyazında siyaha üstünlüğü yoktur.
Biri yek diğerinin varlığıyla var, yokluğuyla yok olur.
Mehmet Karasakal
Son Yorumlar