Sıradaki Yazı Müslümanlar Nerede Diye Soranlara Gelsin!

Ne zaman Halep’e veya Suriye’nin herhangi bir yerine bomba atılsa, masum insanlar, çocuklar, yaşlılar ölse; hemen onların yıkılmış ev ve işyerlerinin içinde ve çevresinde parçalanmış ceset resimleriyle sosyal medyada manşete taşınan görüntünün hemen üstüne nerede bu Müslümanlar diye sitemkâr bir cılız tepki dolaşır, çok güçlü bir siyasi aidetlik duygusuyla.

Hakikaten birden aklıma geldi gerçekten de nerde bu Müslümanlar? Düşündüm biraz 1996/2000’li yıllarda hatta 2003’e kadar hemen her Cuma bütün camii cemaati yek  vücut çıkar İsrail’i, ABD’yi, Avrupa’yı protesto ederdi. Üstelik Camii cemaati her fikir ve düşünceden, her partiden insanlardan müteşekkil idi. Hiç unutmam İstanbul Üniversitesinde eğitimimi sürdürdüğümde daha sonra çoğunlukla Cuma namazlarımı kıldığım Bayezid Camiine ilk gittiğimde farzdan sonra sünnete durma acemiliğini gösterdim, secdede kafamın sırtımın üstünden kaç kişinin geçtiğini halen hatırlamıyorum. Kapılar kapanır, cemaat dışarı bırakılmaz ve Bayezid meydanı gözünün alabildiğine çevik kuvvet polisi ile dolmuştur. Aradan yaklaşık 13-14 sene geçti ve Müslümanları bir daha hiç böylesi bir protesto meydanında göremedim. Üstelik İsrail aynı İsrail, ABD aynı ABD, kısacası tüm dünya en azından Müslümanlara karşı hep olduğu gibi, eski tas eski hamam. Peki, Müslümanlar nerede hakikaten?

Aslında Müslümanların gizlenişi, ortadan kayboluşu ya da eylemsizlik takvimi biraz düşününce bize biraz ip ucu veriyor, yani 2003 yılı Siyasal İslam’ın iktidara oldukça güçlü gelişiyle birlikte Müslümanlar alanları terk etti (15 Temmuz hariç).  Üstelik bu dönemde aynı partinin hükümetleri ve güçlü liderliği döneminde; İsrail, ABD ve Rusya ile ilişkiler dönem dönem oldukça gerginleşti dönem dönem gayet normalleşti, zamane tabirle ilişki durumu karışık. Şu anda ise Hükümetin ilişki durumu aynen şu: İsrail Devleti de halkı da bizim dostumuzdur. ABD; bizim stratejik müttefikimizdir, dostluğumuz hiç bir olaydan etkilenmeyecek düzeyde ileridir. Rusya ve Putin bizim dostumuzdur.

Ama biz hâlâ Müslümanların nerede olduğunu öğrenemedik diyorsunuz? Şimdi tamda yer tarifi yapacaktım: Siyasal İslam’ın Türkiye’de iktidar oluşuyla Müslümanlar adeta meydan muharebesinde elde edilen bir zaferin sarhoşluğu haliyeti ruhiyesine büründü, rehavete girdi, hatta gaflete kapıldı. Siyaset kurumu devletleşirken, daha önce ötekileşen Müslümanlar bunu fırsat bilip tarafgirlik acziyetiyle bir çok İslam değer, ilke ve esaslarını çiğneyerek, köşeler kapmaya, parseller almaya, ihaleler kazanmaya, mevki, makam ve koltuklar kapmaya başladılar. Kendilerinden olmayan herkese karşı cihat yaptıklarını kendilerine inandırarak, kendisinden olmayan herkese saldırdılar. Hatta cihada gidenler savaş sonunda ganimet için birbirlerine girmeye başladılar. Ve bu işi devletin içinde ve dışında her alana taşıdılar, üstelik bütün enerjilerini buna harcadılar. Dindar bir nesil yetiştirme ülküsünü, birden bizden olanları koruma kollama zorunluluğuna dönüştürdüler. Bu süreçte hep meşgul idiler. Müslümanların sorunların artık duymaz, görmez ve anlamaz hale geldiler. Bunları bu derece uyuşturan ise yine kendi güçleri kendi iktidarları idi. Kimsenin bir şey yapmasına artık gerek kalmamıştı, çünkü bütün Müslümanlar adına bir iktidar, çok güçlü bir lider var, herkese gereken cevap birinci ağızdan verilmekteydi. Hatta müttefik ve dost olunan (aslında İslam’ın en büyük düşmanları) ülkelere karşı bir eylem bir protesto söz konusu olmamalıydı, çünkü olursa mevcut hükümeti yani kendilerinden olan otoriteyi zor durumda bırakmış olacaklardı. İşte bu duygu Müslümanların bütün reflekslerini gevşetti ve duyarsız hale getirdi. Üstelik birde Müslümanlar eskisi gibi değillerdi, hepsinin boyunu aşan işi gücü, mevki, makamı vardı, yada olması için mücadelesi ve hırsı. Aslında gazeteci Abdurrahman Dilipak, bu durumu, dindar camianın özeleştirisini, şöyle özetlemişti bir yazısında:  “Bizde yılların açlığı vardı. Para, kadın, makam bir anda başını döndürdü birilerinin”.

Türkiye’deki siyasal İslamcıların birçok zaman idolü ve rehberi Iraklı Ebu Hanife (699/767), Mısırlı Seyyid Kutub (1906/1966), İranlı Ali Şeriati (1933/1977), kendi ülkemizden Mehmet Akif Ersoy (1833/1836), Said-i Kurdi (1878/1960) olmasına rağmen bu büyük İslam aydınlarının hiçbirinin yaşantısı örnek alınmamıştır. Mevki, makam, para, şöhret hırsları İslam’a hizmet etme arzusunun önüne geçmiştir. Oysa bu büyük şahsiyetlerin İslam’a hizmet etme gayesi ve mücadeleleri kendilerine yalnızca; elem, keder, hüzün  ve trajik sonlar kazandırmıştı. Hayatları sürgünlerle, mahpuslarla geçmiş; kimisi idam edilmiş kimisi suikaste uğramış kimisi tecrit altında zehirlenmiş, vefat etmiş kimisi de Merhum Akif gibi milletvekilliği başta olmak üzere bir çok devlet görevi yapmış olmasına rağmen, 500 altınlık milli marş ücreti ödülünü dahi kabul etmeyerek korkunç bir yoksulluk içinde vefat etmiştir.

Şimdi aradığımız Müslümanları bulabildik mi, nerede olduklarını anladık mı, dünyanın herhangi bir coğrafyasında Müslümanlar ve mazlumlar katledildiğinde adeta yok edildiğinde neden Müslümanların sesinin çıkmadığını anladık mı? Çünkü, Ebu Hanifeler, Seyyidler, Aliler, Akifler, Saidler yok. O zamanda olduğu gibi bu zamanda da onlar gibi olan üç beş kişinin hakkına ölüm düştü, kalanlar ise sefalarda, kumarda, günah evlerinde, köşe başlarına, koltuk üstlerinde, mevkilerde, makamlarda….

Biliyorum biraz ağır oldu, belki biraz da haksızlık, çünkü arada bir bazıları ” Nerede bu Müslümanlar “, “Allahu Ekber”, ” Zalimler için yaşasın Cehennem” demekte, onların hakkını da teslim edelim.

İslam tarihinde her dönemde bazı eksikler dikkat çekmiştir. Bu dönemlerde insanın gözleri adeta değişik özellikleriyle ihtiyaca binaen; bazı dönemler için Hz. Ebubekir’i, bazı dönemler için Hz. Ömer’i, bazı dönemler için Hz. Osman’ı, bazı dönemler için Hz. Ali’yi arar olur. Çünkü onların, Kur’an ve Sünnet üzere olan ahlak ve tecrübeleri her daim doğru yolu gösterecektir. Ama bu dönemde hepsine birden ihtiyaç duymakla beraber en çok ” Ebu Zer’e” ihtiyacımız vardır. Çünkü Ebu Zer bütün iktidarları ve sarayları Allah’ın kitabı ve Resulün sünnetiyle uyarmış, tehdit etmiş. Kendisine sunulan her türlü devlet himayesini reddetmiş, devletin hışmına uğramış, ama doğruyu söylemekten caymamış. Şimdilerde devlet memurluğu için insanların her türlü haksızlığı hak saydığı bir ortamda Müslüman arıyorduk ya Ebu Zer ” cenazeme devlet memuru gelmesin” diyecek kadar dürüst, yüce bir peygamber dostu. Bu günlerde en çok; “Bir gün Kufe  köylerini eşkıyalar basıp köylülerin koyunlarını  çaldıklarında bu çalınan koyunlar şehre getirilip satılır ve bilmeden bu etten alır yerim düşüncesiyle, “koyunun en fazla yedi sene yaşadığını” bildiğinden, yedi sene koyun eti yemeyen” İmam-ı Azam Ebu Hanifelere ihtiyacımız var.

Hz. Ebubekirler, Hz. Ömerler, Hz. Osmanlar, Hz. Aliler gibileri başımıza yönetici olabilir ama Hz. Ebu Zer’ler, Hz. Ebu Hanifeler gibi Müslümanlarımız olmadı mı, eksikliklerini dolduramayız. Ve o zaman dövünüp dururuz MÜSLÜMANLAR NEREDE ???

İslam liderlerine acizane bir tavsiye : Kendi iktidarınızı korumak ve daim kılmak istiyorsanız, sizi yere göğe sığdıramayan, sizi en kutsal değer gören, sizde en ufak bir hata-yanlış bulmayan çevrenizdeki şakşakçılarınızı ve kullarınızı korumaya ve kollamaya devam edin. Çünkü tarih göstermiş ki hiç bir padişah ve kral döneminde yazılan eserler methiyelerden başka olmamıştır. Lakin, Allah rızası gözeterek, İslam toplumunun geleceğini, refahını ve huzurunu düşünüyorsanız, sizi eleştirenlere, size yanlışınızda kızan, hesap soranlara, doğruyu her yerde her zaman söyleyenlere, sizin de bir kul olduğunuzu size hatırlatanlara fırsat verin, sizinle iletişimini kesmeyin. Vallahi her iki cihan için bu en çok da sizin hayrınızadır. Ebu Zerler, Ebu Hanifeler, Mehmet Akifler sizi yanıltmayacaklardır İnşaAllah. Bu kişileri çevrenizde her daim bulundurun. O zaman Müslümanları ihtiyaç duyulan her yerde, her kes, her zaman görebilecektir.

 

Son sözü Hz. Ömer söylesin: Bizi uyarmazsanız sizde, Sizi dinlemezsek bizde hayır yoktur.

Mehmet Karasakal

img_20161008_110316

 

07/10/2016