” Yakın Doğu Sorunları Üzerine ” resmi adıyla “Lozan Barış Konferansı” bilindik adıyla Doğuya kesin barış getirmek amacıyla İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’nın davetiyle 20 Kasım 1922 tarihinde toplanmıştır. Lozan Konferansı, belli başlı konularda anlaşma sağlanamadığı için kesintiye uğramış, bu sebeple iki ayrı dönem aralığında gerçekleşmiştir. I. Dönem 20 Kasım 1922’de başlamış ve 4 Şubat 1923 tarihinde sonuç elde edemeden dağılmıştır. II. Dönem 23 Nisan 1923’te başlamış 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasıyla sonuçlanmıştır. Lozan Antlaşması, 143 maddeden oluşturulan ana metin ile ona ekli 17 ayrı protokol birleşiminden oluşmaktadır ve dört bölüm halinde düzenlenmiştir. Hemen belirtmekte fayda var, bu madde, protokol ve bölümlerin hiç biri direk veya dolaylı olarak Kürt Meselesi ile ilişkili değildir.
Lozan’ da resmi olarak ” Kürdistan ” konusu da, tartışması da geçmemiştir. Ama bu bizi yanıltmasın! Masa da durum böyle iken dışarıda yani sahada çok sıcak bir Kürdistan siyasi mücadelesi İngiltere ile Türkiye arasında cereyan etmekteydi. Daha sonrada değineceğimiz; Süleymaniye merkezli ancak bütün Kürdistan’da etkili olan Şeyh Mahmut’ un İngilizler’e karşı başkaldırısı, Türkiye’nin de Özdemir Bey ile ona destek vermesi, Lozan’da masaya getirilmeyen Kürdistan mücadelesinin en somut örneğidir. Tabi şunu da hemen eklemekte yarar var; Kürdistan konusu Lozan’da işlenmemiş ise bu tamamen İngiltere’nin meseleye yaklaşımı ve kendi çıkarlarına hizmet ettiği içindir. Son dönemeçte İngiltere, Kürdistan’ı istemiyordu, Türkiye’nin de toprak bütünlüğünü destekliyordu. Ancak bu meseleyi görüşmeler süresince bir tehdit unsuru olarak her zaman halihazırda tutuyor, gerektiğinde de aba altından sopa göstermekten geri kalmıyordu. Çünkü olaya emperyalist bakıyor, Lozan’ı ise kapitalist bir sözleşme haline getirmek istiyordu.
Bu ön bilgilerden sonra filmi biraz başa alıp Sevr Antlaşmasıyla konumuza devam edelim. Sevr Antlaşmasına göre, Türkiye, Irak ve Suriye sınırında Kürtlerin sayıca üstün oldukları bölgenin yerel özerkliği hazırlanacaktı. ( Bunu İstanbul’da toplanan İngiliz, Fransız ve İtalyan hükümetlerinin temsilcilerinden oluşan bir komisyon hazırlayacaktı.) Ayrıca, Kürtlerin sayıca üstün oldukları bu bölgedeki Kürtler, Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyeti’ne başvururlarsa ve Cemiyet onlara bağımsızlık tanımayı Türkiye’ye önerirse Türkiye buna uyacaktı. Bu durum gerçekleşirse, Musul vilayetinde bulunan Kürtler ‘in, bu bağımsız devlete katılmalarına İtilaf Devletleri de karşı çıkmayacaktı. Nihayetinde Lozan’da bu bahsi geçen ifadelerin hiç birisi dillendirilmedi, üniter bir yapı kabul edildi. Sevr ile Lozan arasındaki süreçte İngilizler, her zaman bağımsız bir Kürdistan’ ı desteklemelerine rağmen, Lozan’da kendi İngiliz Ulusal menfaatleri gözönüne alarak çark edip iki millet tek devlet siyasetini desteklemişlerdir. Prof.Norman Stone, durumu şu sözleriyle özetler: ” Teoride 1920 yılında Sevr Antlaşması imzalandığında Kürdistan’ın kurulması gerekiyordu. Fakat bu İrlandalıların da dediği gibi “çok teorik bir teoriydi”.
Lozan’da İngiltere’nin Ermenileri, Kürtleri, Rumları, İtalyanları ve Fransızları satıp Atatürk ve ekibi ile anlaşmaya varmalarında; başta petrol olmak üzere, Hint deniz yolu, Süveyş Kanalı hâkimiyeti, Sovyetler Birliğini çevreleme stratejisi gibi Bölge açısından hayati önemde olan konular bulunmaktaydı. Lozan Barış Konferansı’nı 1916′ da İngiltere ile Fransa’nın Osmanlı Asya’sını kendi aralarında paylaştıkları, SykesPicot gizli antlaşmasıyla temellerini attıkları, Osmanlı’dan boşalan alana kurulacak olan ” yeni bir dünya düzeninin ” inşası olan bir mukavele süreci olarak değerlendirmek çok da yersiz olmayacaktır.
Aslında İngilizler tarafından, Türkiye’nin Osmanlıdan miras kalan Panislamizm politikasına karşılık, Ulus devlet ve Türkçülük politikası dayatılarak teşvik edilmiştir. Bu evrilmede Kemalist Türkiye memnun edilmeye çalışılmış ve bunun gereği olarak daha önce desteklenen Bağımsız Kürt devleti politikasından vazgeçilmiştir. Çünkü bu mesele Atatürk için büyük endişe kaynağı idi. İngiltere’nin Ortadoğu’daki emperyal çıkarları gereği, Kürt bağımsızlığı, Konferansta içten içe mücadele sahası yapılmasına rağmen masaya getirilmemiştir. ( Sahada her iki tarafta Kürtleri teyakkuzda tutuyordu, Süleymaniye’den sorumlu ama Bütün Kürdistan’da ağırlığı olan, Kürt Şeyhi Mahmut’un İngilizlere karşı isyanı, ve Türk milislerinin generali Özdemir Bey’in de kendisine destek vermesi ve İngiliz yanlısı Kürtlerin Türklere karşı koz olarak kullanılması, ancak Lozan’da Kürt temsilcinin bulunmaması karşısında yine Şeyh Mahmud’un TBMM’de yer almaları için 3 Kürt yetkiliyi Ankara’ya göndermesi, en somut örnektir.) İngiltere, Atatürk’e Kürt devleti konusunda tutum değiştirdiklerini kısa bir süre içerisinde ispatlayıp, Türkiye’yi Milletler Cemiyeti’ne üye yapıp, Sovyet ( Bolşevik ) Rusya’yı tam olarak izole etmeyi planlıyordu. Öyle de oldu, Ortadoğu’daki bu Rus-İngiliz mücadelesi de Kürtleri İngiliz siyasetinde ikinci plana atmıştır.
Lozan’da bağımsız bir Kürdistan kurulmasını artık istemeyen İngiltere, Kürtleri tamamen Türkiye’nin tekeline de bırakmak istemiyordu. Musul Meselesinde birinci önceliği, ekonomik çıkarları idi yani Musul petrolleri idi. Lakin bu ekonomiyi güvence altına almak için burası için bir planlama yapması gerekiyordu. Bölgeye kısmi bir istikrar reva görerek, ulusal olarak sıkıntılı, uluslarası ilişkilerde tedirgin, yasal anlamda ise sorunsuz bir gelecek inşası tamda bu planlamanın ürünüdür. Bunun yolu ise Kürtleri; Suriye, Irak İran ve Türkiye sınırlarına orantılı ama etkisiz bir şekilde dağıtarak, bölgenin demografik yapısını kendi çıkarlarına göre dizayn ederek yeni bir siyasi harita çizmekten geçiyordu. Lozan’da tam da bu yapıldı. Bundan dolayı Lozan aynı zamanda emperyalist bir belge olma özelliği taşımaktadır.
Musul Meselesine Kürt merkezli bakıldığında ezber bozan farklı bir bakış açısı da bulunmaktadır. Söylem net olarak şudur. Aslında Musul Lozan’da Türkiye’nin olmazsa olmaz bir meselesi değildi, kırmızı çizgisi de değildi. Yani kapitülasyonlar, Doğuda Ermeni yurdunun kurulması, Boğazlar bölgesinde yabancı asker bulundurulması, ordu ve donanmanın sınırlandırılması, yabancı kurumların Türk yasalarından muaf tutulması gibi hususlarda ısrarcı olunması, pazarlık yapılmaması durumu, Musul Meselesinde yoktur. Pazarlığa açık tartışılabilir, hatta gerektiğinde gözden çıkartılması daha müspet bir durum sağlayabilirdi. Çünkü, Anadolu’da yaşayan Kürtlerin büyük çoğunluğu, İslam birliği ve Ermeni tehlikesi gibi özel olarak seçilmiş etkili sloganlar sayesinde Kurtuluş Savaşı boyunca ulusal hareketi desteklemişlerdi. Kurtuluş savaşı boyunca Kürtlerin özerklik istek ve beklentileri ise başta Atatürk ve kurmayları olmak üzere her kesim tarafından bilinen ve desteklenen bir gerçekti. Kürtler bu isteğinde karşılığı, bedeli olarak düşmana karşı yapılan milli mücadele savaşını yürütmüşlerdir. Bundan sebeptirki 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, Kürtlerin özerklik beklentilerine yanıt verecek bir üslupla kaleme alınmıştı.
Ancak bir gerçek daha vardı, Atatürk ve kurmaylarının anlayışı değişmişti, kendilerinde, dün dünde kalmıştır siyaseti hâkimdi ve Kürtlerin bu beklentilerini karşılamayı çok düşünmüyorlardı. Çünkü hedef din aidetliğinden ziyade, Türk milliyetçiliğine dayalı bir ulus devlet kurmaktı. Bu düşünce hayata geçirilirken, Kürtlerin bundan rahatsız olacağı ve sorun çıkaracakları kesindi. Böyle bir tehlikeyle karşı karşıyayken yarım milyonluk bir Kürt kitlesini yeni kurulan ülke sınırları içerisine dahil etmek doğru olur muydu? Kaldı ki söz konusu yarım milyon Kürt, İngilizlerin 1918 yılından beri ulusal kimlik duygusu aşılamaya çalıştıkları bir kitleydi. Yani neredeyse Kürtlük bilinci açısından, Türkiye’deki bütün Kürtlerden daha etkili ve güçlü bir kesimdi. Şimdi bu durumdaki Musul vilayetini almak; Türkiye’yi Kürt nüfusunun yaşadığı tüm topraklara özerklik tanımak zorunluluğuyla karşı karşıya bırakmaz mıydı? Tabi şunu da eklemek lazım, ulus devlet inşası, bir Kürt asimilasyonunu da beraberinde getirecekti, bu anlamda da Musul ekstra bir yük oluşturabilirdi. Hâlbuki bu asimilasyon yükü Araplarla paylaşıldığında hem daha etkili olunacak hem de kendisine farklı bir devlet iş ortaklığıyla, yaptığı işin rahatsızlığı meşrulaştırılacaktı ve dışarıdan gelecek insan hakları üzerine tepkiler azaltılacaktı. Ancak, nüfusun çoğunluğunu Sünni Kürtlerin oluşturduğu Musul vilayetinin üçüncü bir gücün, hele bölge dışı bir emperyalist gücün, denetimine terk edilmesi, Türkiye açısından ciddi sonuçlar doğurabilirdi. Musul’u denetleyecek emperyalist güç, Kürtlerin zaman içerisinde kendi ulusal kimliklerini kazanmalarını sağlayarak Kürt İrredantizmini (Kültür değerleri bakımından aynı olan fakat anavatan dışında kalmış toprakları katma düşüncesi.) Türkiye’ye karşı bir silah olarak kullanabilirdi. Bu ise Türkiye’nin iç istikrarını boza bilir, hatta toprak bütünlüğünü tehlikeye sokabilirdi. Kürt Meselesi bağlamında bakıldığında o zamanki anlayışın fazlaca pragmatik yaklaştığı konular; ileriye dönük hesap edilemeyen siyaset, zamanla peyda olacak ve yeni kurulan devleti mütemadiyen uğraştıracak ve zayıflatacak sonuçları doğurmuştur. Bu günlerde de aynı sorunlar güncelliğini korumaya devam etmektedir.
İçte yeni kurulan ülkede, daha en baştan, Kürtlere yönelik değişen politikanın İngiltere’nin politikasıyla örtüştüğünü görmek her vesileyle mümkündür. Çünkü İngiltere de milli mücadele yıllarında desteklediği bir takım Kürtleri ve onlara vadettiği Kürdistan’ı kendi milli çıkarları doğrultusunda revize etmiş, bu düşüncesinden vazgeçmiş, tam tersi bir tutumla Türkiye Devleti’nin üniter bir yapıda olmasını desteklemiştir. Lozan’da adeta Kürtler yok sayılmış, yeni kurulan ülkenin kurmayları da bu tarihten sonra Kürtleri yok saymış, Milli Mücadele yıllarında verdikleri sözlerin tamamını unutup, bir Türk ulus devleti inşasına başlamışlardır. İlk zamanlarda milliyetçi bir dünya konjonktüründe, hâlâ Hilafetin varlığının yarattığı bir din kardeşliği duygusunun da etkisiyle çok ciddi problemler göstermeyen bu tutum, Hilafetin kaldırılmasıyla patlak vermeye başlamıştır. Aslında günümüze kadar sürecek olan bir ” Kürt Sorununun” temelini Lozan’da aramamız hiçte aykırı olmaz.
Lozan’da görüşülmeyen en önemeli konu belki de ” Kürtler ” dir. Lozan’ a kadar İngilizlerin Kürt politikasının ” böl-etkisizleştir-kullan ” siyaseti dahilinde bağımsız bir Kürdistan kurulması isteği olduğu malumdur, bütün tarihçiler de bu konuda hem fikirdir. Özellikle Musul meselesinde; Türk tarafı taleplerini ırk temelinde savunurken, Musul’un demografik olarak büyük oranda Kürt ve Türk halkından olduğunu, bu iki halkın da birbirinden ayrılmaz ölçüde akraba olduğunu, Türkiye’de de benzer bir demografik yapı olduğunu, bundan sebep Musul’un Türkiye ait olması gerektiği tezine karşı İngilizler’ i temsilen Dışişleri Bakanı Lord Curzon şöyle itiraz etmiştir: Musul’un çoğunluğunu Kürtler oluşturmaktadır. Kürtler, ırki olarak Hint-Avrupa kökenlidir, Türkler ise Ural-Altay milletindendir ve bu iki halk birbirinden farklıdır. İngilizler savunmalarını önceden belirledikleri siyasetin devamı gibi sürdürselerdi zaten Lozan’da en büyük gündem maddelerinden birisi Kürtler olurdu. Ancak Musul’daki bu tutumları genel bir Kürt bağımsızlığı anlayışına dönüşmemiş, siyaseten çark etmişlerdir. Anlaşıldığı üzere Kürtlerin kaderi İngilizlerin milli çıkarları doğrultusunda masada dahi yer bulamamış, Lozan’da Kürtler ‘in statüsü, İngilizlerin çıkarlarına heba edilmiş, Kürtler parçalar halinde dört farklı ülkede dengeli bir şekilde taksim edilmiş, yeni kurulan Ulus devletlerin kaderine terkedilmiştir.
Lozan’daki Kürtlerin durumunu en iyi özetleyen cümle ise Osman Ali’nin Kürtler ve Lozan Makalesindeki son sözleridir. ” bu dönemde İngiltere, Sevr Antlaşması’nda benimsediği özgür Kürdistan’dan desteğini çekti. İngiltere’nin Kürt bağımsızlığı konusundakiyeni resmi duruşu en başta Türkiye’yi memnun etmeyi amaçlıyordu. Çünkü, İngiltere’nin en önemli stratejisi olan Bolşevik Rusya’nın yalnız bırakılması için Türkiye’nin işbirliğine ihtiyaç vardı. Şunu da söylemek gerekir ki, bu dönemde Musul vilayeti üzerindeki sınır mücadelesi uğruna Kürtler hem İngilizler hem de Türkler tarafından piyon olarak kullanılmışlardı. Ancak Şeyh Sait İsyanının kesinlikle Musul Meselesiyle, Lozan’daki süreçlerle bir ilgisi yoktur. Bu isyan kesin olarak bir dini isyandır, etnik bir amaç ve içerik taşımamaktadır. Bunun en önemli kanıtı Hilafetin Kaldırılması ve aynı gün ortadan kaldırılan dini müesseselerdir. Çünkü Şeyh Sait’e göre Türk-Kürt kardeşliğinin 1000 yıllık köprüsü İslam idi. 3 Mart 1934 tarihinde bu köprü yıkılmıştır.
Kürtler Lozan’ın neresinde kaldı? Sorusuna gelince…Kürtler Lozan’ın kapitalist emellerinin kapısında kaldılar. Tartışıldılar ama üçüncü kişi olarak, diğer iki unsurun menfaati içinde kaldılar. Emperyalist bir kavganın mağduru oldular ama muhatabı olamadılar. Aylarca süren bir Konferans düşünün, nihai metinde kendisinden bir kelime söz edilmemiş bir konu düşünün, bir asırdır hâlâ üzerine kitaplar, makaleler ve yazılar yazıldığını düşünün, İngiliz oyunu işte tamda böyle bir şey.
Güncel Bir Not: Cenevre görüşmelerine Türkiye’nin protesto ve restleşmeleriyle davet edilmeyen PYD’ nin bir örneğini de Lozan’ da Atatürk Türkiye’si dönemindeki Kürtler yaşamıştır. Lozan’a temsilci davet edilmediği için İngilizlere karşı Irak Kürdistan’ında ayaklanmalar yaşanmıştır. Şimdi ise aynı sorun Suriye Kürdistan’ında yaşanmaktadır. Tarih tekerrürden ibaret vecizi kimi zaman kendini doğrular nitelikte. O zaman temeli atılan Kürt meselesi, 100 yıl sonra kaldığı yerden ve bizim açımızdan aynı hataların tekrarıyla yeniden kendini göstermiş, umut ediyoruz ki önümüzdeki 100 sene sürecek yeni bir Kürt Meselesinin temeli de bizim şahitliğimizde bu günlerde atılmaz.
Son Yorumlar