Tarih ilmiyle hemhal olurken üç unsuru birbirinden ayırıp her birinin önemine binaen kendi özelinde ona dikkat etmekte fayda vardır. Bu üç unsur sırasıyla, Olay-Tarih-Tarihçi’dir. Ki bu üçlünün en önemlisi tarihi kaleme alan, aslında tarihi kayda geçiren Tarihçidir.

Yıllardır hep tarihi öğrenmeye gayret edegeldik bu günlere, yazdık, çizdik, okuduk, ezberledik hatta ezberlettik ama hiç tarihi yazanı, bize aktaranı yani TARİHÇİ’ yi düşünmedik onu hep gözardı ettik. Ve düşünmedik bize bunu aktaran kişinin kim olduğunu, onun anlattığı her şeyi sorguladık ama onu hiç sorgulamadık. Güncel tabirle sistemin adamı mı, sistemin karşısında mı yoksa sistemin dışından yalnızca aktarıcı mı? Birilerinin söylediklerini mi yazmış yoksa bir dönemde yaşanmışları mı yazmış yada birilerinin ısmarladığı bir şeyleri yazmış? TARİHÇİ, tarih yazmamalı tarihi aktarmalı, yani olayı bir kamera kayıdı gibi, bir fotoğraf karesi gibi aktarmalıdır. Tarihçi, mektubu taşıyan bir postacı gibi olmalı emaneti yalnızca taşımalıdır. 

Tarihçi tarih ilmini meydana getirirken tabiki bunu kullanma hakkına sahiptir, hatta en çok kullanma hakkına kendisi sahiptir. Kimse şunu bir tarihçiye dayatmamalı siz yalnızca yazın ama hiç bir değerlendirmede bulunmayın, yoksa yazdığınızın objektifliğine, nesnelliğine halel gelir. Hayır, bir tarihçiye hiç bir kimsenin bu haksızlığı ve ambargoyu uygulama hakkı yoktur. Tarihçi, yazdıklarını illaki anlamalı, yorumlamalı, değerlendirmeli, eleştirmeli ancak bunu objektif kayda alınmış materyali bozmadan, onun denetiminde yapmalı. Bunu yorumlama tekniğine göre bir sosyolog gibi yapmalı tarihçi olarak değil. Bunu bir siyaset bilimci olarak, bir uluslararası ilişkiler uzmanı olarak, bir iktisadi idari ilimler uzmanı olarak, bir stratejist olarak yapmalı ama tarihçi olarak değil. Tarih diğer bütün sosyal bilimlerin hammaddesi olmalı ama kesinlikle diğer sosyal bilimlerin ürünü olmamalı, her şekilde işlenebilmeli ama kendisinin yapısı, dokusu, aslı asla bozulmamalıdır. Bu çok önemli, çünkü kendisinden yapılanlar, üretilenler, farklılaşsa, ayrışsa hatta çakışsa dahi “tarihi materyal” hakem olarak hep kalabilmelidir. Bu sağlanabildiği ölçüde Tarih ilmi amacına ulaşmış olacak ve bütün sosyal bilimlerin de her zaman kendisinden fayda sağlamasının önü açılmış olacaktır.

 Tarih diye önümüze getirilen her kitabı okuduk ve anlamaya çalıştık ama bize nasıl ve ne amaçla sunulduğunu hiç düşünmedik. Üstelik öğrenmek istediğimiz bilgiler; bazen dinimiz, bazen milletimiz, bazen ülkemiz, bazen kültürümüz bazen de yaratılış gayemiz gibi hayati öneme sahip olan çok önemli bilgiler olmasına rağmen. Peki ne yaptık, hemen okuduklarımızla milletleri, kültürleri, din ve mezhepleri kategorize etmeye, nitelendirmelerde bulunmaya, genellemeler yapmaya ve ön yargısal eylemlerle amel etmeye çalıştık. Sonuç, tarihini bilmeyen ve bundan çıkarımlarda bulunamayarak aynı hatalara defalarca düşen bir halk yığını, dinini bilmeyen bu eksikliklerini hep önder gördüğü kişilerle telafi etme yoluna giden, din aidetliğinden öteye gidemeyen dindarlıktan uzak dinci bir toplum, milletini bilmeyen bundan dolayı dostunu düşmanını ayırt edemiyen ortak akıl edinemeyen ve millet olamayan kuru kafacı,faşist, milliyetçi, ırkçı bir halk, bu ortamda yetişen tarihçilerden beslenen kendi sosyolojisini okuyamayan bir yığın sözde aydın; saymakla bitiremeyeceğimiz bir dünya sorun yumağı, yani sonuç kelimenin tam anlamıyla kocaman bir hüsran.

Ne ortak bir tarih bilinci var, ne de geleceğe dair ortak bir birliktelik şuuru var. Yani her kesimin kendi tarihi gerçekleri var ama müşterek ortak duygu ürünü bir tarih kabulü bulunmamaktadır, üstelik tarihi hemen her konuda durum bundan farklı değildir.

Oysa tarih bu büyük hüsranın tam anlamıyla panzehiridir. Tarih nasihat ilmidir. Kim bu ilmi hakkıyla okur, tefekkür ederse kendisine katacağı en büyük katkı feraset, en küçük katkısı ise kişiye ben bu olayı bir yerden hatırlıyorum diyen iç sesinin, o olaya iki kere düşünmesini sağlaması olacaktır. 

İmam Ebu Hanife ilimle ilgili bir değerlendirmesinde şöyle diyor: “İlim ezberlenen şeyler değil, kendisinden faydalanılan şeylerdir”. Tam da tarih için söylenmiş gibi değil mi? Hep ezberledik, ezberlettik, ne zaman ki bize lazım olacak o zaman da hatırlayamadık. Çünkü, öğrenirken bir gün kendisinden istifade edeceğimizi göz ardı ettik.

Halbuki Yüce kitabımızda en çok okuduğumuz, en iyi bildiğimiz Fatiha Suresi’nin son iki ayetinde; Fatiha Suresi 6. ayet: Bizi doğru yola ilet) (İhdinâs sırâtel mustakîm.)

Fatiha Suresi 7. Ayet: Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil! (Sırâtallezîne en’amte aleyhim gayril magdûbi aleyhim ve lâd dâllîn) adeta neden tarih öğrenmemiz gerektiğine dair bize ip ucu verilmektedir.  

Allah (C.C.) kendisinden isteyeceğimiz doğru yolu, kimlere nimet verdiğini ve kimleri gazaba uğrattığını bizden dilememizi öğretirken, bunların neler olduğunu da Kur’an-ı Kerim’de kıssalar aracılığıyla bize anlatıp öğretiyor. Yani Allah geçmişte yaşanmış olayları anlattığı ayetlerdeki kıssalar ile  diğer Peygamberlerin hayatlarından kesitler ile bize nasihatlar, dersler vermektedir. Tarih okumalarında bize yol göstermektedir. Helak olan kavimlerin anlatımları, Peygamberlerin karşılaştıkları zorluklar, yaşadıkları ve diğer bir çok kıssa buna örnektir.

Tarih, genel anlamıyla geçmişte yaşamış insan topluluklarının yaşayışlarını, siyasal, sosyal, kültürel uygarlıklarını inceleyen; yer ve zaman kuralına dayanarak, sebep sonuç ilişkisi dahilinde, belgelere dayalı olarak, olayları objektiflik ilkesiyle ele alıp anlatan bir Sosyal Bilimdir. Bu bilimsel tanımının yanında Tarih, geçmişte yaşanmış bir olayı; herhangi bir olaydan ayıracak ölçüde, en az bir önemli yanı bulunması hasebiyle kayıt altında tutmaya değer bir bilimdir.

Madem ki önemli görülen bir olayın kayıt altına alınması, o olayın üzerinden belirli bir sürenin geçmesi o olayı tarih yapıyor ise ve  bu tamamen nesnel ve objektif bir işlem ise ; peki tarih açısından sıkıntı nerede başlıyor ? Sıkıntı, tarihi bir olayın incelenmek, araştırılmak, analiz edilip, tezler üretilmek gayesiyle tarihçi ile buluşmasıyla başlıyor. Burada, nesnellik öznellikle ve objektiflik subjektiflikle imtihan ediliyor. Yani iki önemli unsur var tarih yazarken; birincisi tarihi özellik taşıyan materyal orijinal olacak,üzerinde herhangi bir tahrifat yapılmamış olacak; ikincisi bu belgeye ulaşan kişiler ( tarihçi ) objektif, nesnel ve ilmi açıdan mesleki ahlaka ve liyakata sahip olacak, kendi edinmiş olduğu kültürel ve psiko-sosyal bulunmuşluk hal düzeyini çalışmanın dışında tutacak.

Tarihi materyali elde eden tarihçi, bunu kendi veya aidetlik duyduğu değerlerin malı gibi değilde bütün insanlığın ortak mirası olarak görmelidir. Kendisi farklı bilimlerde bunu kullanmalı, analizler, sentezler, tezler ve eserler üretmeli ama o materyali hiçbir değişikliğe mahal vermeden koruma altına alarak insanlık tarihine emanet etmelidir. Olaki kendisinden başkaları aynı materyaller üzerinde çalışmak isterlerse ortaya bir yorum, kavrayış, anlayış farkı çıkabilsin, deyim yerindeyse farklı okumalar yapılabilinsin. Tartışmalar anlamsızlaşınca, faydasızlaşınca veya ortak bir düşünce gelişmeyince de o materyaller her zaman hakem olsun.

Aslında tarih yargıçlığı yapmamak lazım, illede sorgulanacaksa da kişileri, şahsiyetleri tarihle yargılarken çok dikkatli olunmalıdır; bu hem tarihi yazarken hem de okurken gerekli bir davranış. Çünkü, bunu yaparken mahkemedeki bir hakimden hiç bir farkı kalmıyor insanın. Buradaki mahkeme insanın kendi vicdanı, kendisi ise hakimin ta kendisidir. Tarihi okuduktan sonra tıpkı hakim gibi mütalaa etmeli, bir kişi için kararını verdiğinde, onun hükmünü verdiğinde adil olmalı, kalemini kırdığında iş işten çoktan geçmiş olacak, bunu asla unutmamalı; öyle ki tarihe yanlış düşülen bir not belki de insanlık tarihi boyunca hiç aklanmadan hep yanlış hatırlanacak.Tarihi bir konu anlatılırken gerçek olduğundan, şüpheye mahal bırakmayacak belgelere dayandırıldığından yani güvenilir olduğundan emin olmak gerekmektedir. Eğer, iftira, yalan, yanlış ve taraflı bir anlatım içermekteyse hemen ondan uzak durulmalıdır. İftiraya, dedikoduya, gıybete girilmemelidir, bunlara alet olunmamalıdır. 

Tarihin nasıl yazıldığının, kimin yazdığının önemiyle ilgili bir kaç örnek bize aynı olay nasıl çok farklı iki şekilde sunulabilmektedir gözler önüne sermektedir.

İlk örnekte, Murat Bardakçı’nın 19 Mayıs 1919 tarihli Haber Türk Gazetesi köşe yazısından hiç değişiklik yapmadan aktaracağım.

Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun yolculuğu ile ilgili olarak ders kitaplarımızda birkaç sene öncesine kadar, çoğu gerçekle alâkası olmayan yanlış bilgiler yer alırdı.

Hatalı bilgilerden bazıları yolculuğun “gizli” ve “tehlikelerle dolu” olduğu, Paşa ile arkadaşlarını Samsun’a götüren “Bandırma” adındaki köhne vapurun pusulasının bile bulunmadığı, Karadeniz’de cirit atan İngiliz savaş gemilerine görünmemek için geceleri geminin ışıklarını yakmadıkları ve teknenin kıyıya yakın seyrettiği şeklindeydi.

Padişah herşeyi biliyordu…

Halbuki, yolculuk öyle olmamıştı… Gizli falan değildi, bir “devlet operasyonu”şeklinde hazırlanmış, zamanın padişahı Sultan Vahideddin ile sadrazamı Damad Ferid Paşa her aşamada herşeyden haberdar edilmişlerdi. Resmî yazışmalar gizli değil, açık yapılmış ve devletin elindeki en rahat gemilerden olan Bandırma da bu yolculuğa tahsis edilmişti. Hattâ, Mustafa Kemal’in Samsun yolculuğunun resmî maksadı olan 9. Ordu Müfettişliği’ne tayini hakkında Sultan Vahideddin ile Sadrazam Damad Ferid ve Harbiye Nâzırı yani Savaş Bakanı Şakir Paşalar’ın imzalarını taşıyan emir de 5 Mayıs 1919’da o devrin resmî gazetesi olan Takvim-i Vekayî’de yayınlanmıştı.

İkinci Örnek Malazgirt Muharebesi ve Bin Yıllık Kardeşlik Hikayesi

Malazgirt Muharebesi; ders müfredatlarında sayfalarca anlatılır, başlı başına onlarca kitabı vardır, bu savaş ile ilgili akademik tezler vardır. Ama nerdeyse hiçbirinde Alparslan’ın ordusunda gönüllü binlerce tam teçhizatlı Kürt askerinden oluşan bir Kürt ordusu olduğundan bahsedilmez. IV. Romanos Diogenes’ in ordusundakı paralı Türk askerlerinden de çok bahsedilmez. Mevzu böyle anlatılınca Bin yıllık Türk – Kürt kardeşliği söylemi de hava da kalmakta, yalnızca seçim otobüslerinde bir slogana dönüşmektedir. Şimdi sormak istiyorum, Diogenes’ in ordusundaki Türkler ile mi yoksa Alparslan’ın ordusundaki Kürtler ile mi Türkler kardeş.

Sultan II. Abdülhamit Han için Kızıl Sultan mı ? Ulu Hakan mı ?

Şeyh Said İsyanı etnik mi ? Dini mi ?

Fatih Sultan Mehmet Han’ın Fatih Kanunnamesinde Nizâm-ı Âlem için kardeş katli meselesi ile ilgili madde ( ‘‘Ve her kimseye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların Nizâm-ı Âlem için katl eylemek münasiptir. Ekser ûlema dahi tecviz etmiştir. Anınla amil olalar.’’) Doğru mu ? Yanlış mı?

Cemel Vakası veya Savaşında kimi suçlayabiliriz? Müslümanlar’ın içine düşürüldüğü fitneden bağımsız olarak ne söyleyebiliriz? Bir yanda Peygamber Efendimizin S.A.V. ‘ın eşi Hz. Aişe validemiz diğer yanda Peygamber Efendimizin S.A.V. ‘İn amcasının oğlu, en sevdiği kişilerden, damadı, torunlarının babası, İslâmın en büyük isimlerinden Hz. Ali . Her iki tarafta büyük sahabilerin de içinde bulunduğu 10 bin kişi hayatını kaybetti.

Kerbela Olayı Hz. İmam Hüseyin R.A. ve yaklaşık 70 kişilik aile ve dost efradıyla şehit edilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu olay Sünnilerinde, Şiilerinde, Alevilerinde ortak bir acısıyken, olayı bir Sünni – Alevi mücadelesi gibi göstermek tarihi gerçeklikle ne kadar örtüşür? Ortalama her Sünni ailede bir Ali, Hasan, Hüseyin ismi varken bir tane Yezid isminin 1300 yılı aşkın bir zamanda olmaması tesadüf olabilir mi ? …gibi …gibi onlarca; Osmanlı, Türk ve İslam tarihinden sayısız örnekler görebiliriz. 

Tarih okurken bir kere daha düşünelim, her aktarılanı kaynak, her yazılanı doğru, her kitabı başucu yapmayalım. Tarih aldatmalarının  insan olarak bir takım zararları olabilir ama asıl zararını Müslüman olduğumuz için göreceğimizi unutmayalım. Çünkü, dinimizde bu konuyla ilgili çok önemli uyarılar var, iki ayet ve iki hadisi bir de bu açıdan tekrar ederek yazıyı noktalıyalım inşaAllah.

” Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir”.(Hucurat, 40/12)

“Bilmediğin şeyin ardına düşme, çünkü göz, kulak ve kalp hepsi sorumludur, mutlaka sorguya çekilecektir.” (İsra, 17/36)

“Kişiye, yalan olarak, her duyduğunu anlatması yeter!”(Ravi, Ebû Hureyre R.A. Müslim)

“Kim bana, iki çene ve apış arası mevzuunda söz verir kefil olursa, ben de ona cennet için kefil olurum.”([Buhârî, Rikak 23)

Son söz:

Aliya İzzetbegoviç, 12 Ocak 1994 tarihinde Saraybosna’daki bir toplantıda tarih konusunda çok önemli tespitler yapmıştır: ” İnsanlar tarihe hükmedemezler. Tarihe, Allah hükmeder ve O ne derse o olur. Gerçekte tarih öngörülemeyen gelişmelerin hikayesidir. ( Bedir, Malazgirt, Çanakkale, Bosna Savaşlarında olduğu gibi ) Tarih karşısındaki durumumuz, balığın suyun içindeki durumu gibidir. Balık, suya hükmedemez. Bizler, tarih tarafından teslim alınmışız. Tarih içinde, elimizden geleni yapmak zorundayız, ancak tarihin seyri bize bağlı değildir.”

MEHMET KARASAKAL